29.11.2010

Tüm Pozitif Enerjim Orkideme

Ne yapsam yüzümün gülmediği bir güzel var bizim evde : Orkide...

Kaç saksı aldım şimdiye kadar, kaçı hediye geldi. Bir türlü bakamadım, çiçeklerini döküverdiler üzgünce. Bu sefer çok heves ettim önce sayfa sayfa okudum hakkında onu daha iyi tanıyabilmek için. Soğanını, ailesini öğrendim ilkten, sonra bakım şartlarını. Gittim kendime güzel mi güzel beyaz bir orkide aldım üzerinde 9 tane çiçek olan.

Aydınlık ama direk güneş almayan bir ortam öneriyordu uzmanlar. Ne kadar narin bir çiçek olduğunu düşünürken aslinda bu okuduğumun Orkide yetiştirme yolunda sadece birkaç adım oldugunu farkettim okudukça. Toprak her zaman nemli olacak ama ıslak değil, dibinde hiçbir zaman su olmayacak, sularken köklere yaprağa ve özellikle çiçeklere hiçbir zaman su gelmeyecek.Ortamdaki hava her zaman temiz olacak ama rüzgar da almayacak. Yani haftada 2 gun 1 çay bardağı su verin değil, sanki bir kadınmış gibi öğrenin araştırın huyuna göre davranin der gibi..

Neyseki önemli bir ipucu okudum bir gün. ''Eğer çok su verirsenin yaprakları açık renk olur ve yumuşar, az su verirseniz yapraklar koyu renge döner ve sertleşir'' diyordu bir uzman. Böylece kesfettim huyunu suyunu benim güzelin. Öyle direk su dökmektense minik bir fısfıs ile haftada 2 en çok 3 kez 5 er 6 şar kez fısfıslamak şartı ile besledim kendisini. Ne köklerine su geldi ne dibine ne yaprağına çiçeğine. Tam 2 ay gül gibi yaşadık bizim evde aydınlık ama direk gün ışığı almayan büfemin tam üstünde. Dokuzuna ayrı bir isim, ayri bir hikaye yazdım, su verirken hatirladikça gülümsedim.






O bana, ben ona alışmış yaşarken, yoğun bir hafta su vermeyi unuttum güzele. Üstelik evde olmadığımız için camlar kapılar kapalı, hani beni bıraksaniz benim bile çiçeklerimi dökeceğim cinsten sarı bir sıcak yaşadı Eylül başında. İkişer üçer döktü çiçeklerini. Çok üzüldük, ama yılmadık. Bir orkide çiçeğini dökerse ne yapılmalı diye daha fazla okudum bu sefer. Orkide senenin belli zamanlarinda çiçeklerini mi döker bilmiyorum ama, herkes üçüncü boğumdan itibaren budanması konusunda hemfikirdi. Dibinden saydim ve üçüncü boğumundan budadım, aynı özenle beslemeye sulamaya devam ediyorum. Geçen gün ucunda ve soparisnda minicik eflatun goncalar olan bir Orkide gördüğümde hemen sahibine sordum. Çiçekleri döküldüğü zaman üçüncü boğumdan budadıklarını, sulama ve beslemeye aynen devam ettiklerini, ek olarak da saksıyı haftada 1 gun 10 dakikalığına temiz suya oturtup çıkardıklarını söyledi. 1,5 sene bir sopa olarak yaşamış Orkidesi, en sonunda da goncalarını vermiş.

Şimdi benim güzel de tekrar sevindirir mi beni diye meraktayım. Gidip gelip bakıyorum ucuna bir değişim var mı diye. Şimdilerde sanki minik yeni bir yaprak çıkardı çabası ile. Aklıma fotoğraflayıp sizinle paylaşmak geldi.aranızda benim gibi bir tecrübeyi mutlulukla sonuçlandıranınız var mı acaba?


Devamı için tıklayın..

28.11.2010

Yılın son ayını beklerken şekersiz incirli kek



Mart kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırsa da en soğuğusun sen ayların biliyorum. Ilık serinleri geride bıraktıran, dolaplarımızdaki kalın kazakları çıkartansın üstelik. Sen daha gelmeden sana hazırlanmak için gecen seneki bütün atkılarımı, eldivenlerimi dolaptan çıkarır bir güzel yıkar ütülerim hem. Ama nasıl ki doğada iyiyi kötü, kötüyü iyi yapan, herşeyin onu ‘’tamlaştıran’’ bir eşi varsa eğer, seninle bereber de her yanımızı kırmızı yılbaşı süsleri sarıyor, soğuğunu unutturup içimizi ısıttırıyor biliyorum. Hem kışı ‘’kış’’ yapacak kadar soğuk, hem yalnızlığı ile içimizi soğutan sonaharı ısıtacak kadar sıcaklık getiriyorsun bize süslerinle. Soğuğun kadar sıcak, sıcağın kadar soğuksun işte, bu kadar da özelsin aslında…

Ben de sana hazırlıklarımı yaptım bugün pazar sakinliğinde. İçinden saçörgüsü geçen kazaklarımı yıkadım ütüledim. Polar battaniyelerimi kaldırıp yün battaniyemi çıkardım kanepemin hemen yanına. Beyaz bir şapkam vardı geçen sene aldığım, üzerinden aylar geçmiş aklımdan bile çıkmış, sanki askerlik arkadaşımı görmüşçesine sevindim. Mavi sarı bütün bardaklarımı bir kenara itip yerine kırmızılı yeşilli yılbaşı bardaklarıyla doldurdum mutfaktaki heryeri. Güzel mi güzel yılbaşı kurabiyeleri, cupcakeleri yaptım eşe dosta, yaptım ki bu cıvıl cıvıl ruhum onlara da bulaşsın, onlar da tadını çıkarsınlar senin ruhunun diye.






Sana yaklaşmakta olan günlerin ılık mı ılık bir sabahında en yakın arkadaşım ile yaptığım bir kahvaltıda yediğim enfes bir incirli keki denedim üstelik evde, hem de üzerini bembeyaz karlarlardan bir yılbaşı ağacı ile süsleyerek. Kahveme tat, burnuma huzur getirdi seni huzurla heyecanla beklerken.

Önümüzdeki hafta seni daha misafirperver karşılayabilmek için ağacımı ve yılbaşı süslerimi çıkaracağim 11 aydir beni bekledikleri yerden.Sevgilim bir gece erken gelse istiyorum eve, yine her sene olduğu gibi açsak bir şişe kırmızı şarabımızı, ayın 30 günü çalsa bıkmayacağım ‘’La Vie En Rose olsa salonumuzda. Yemyeşil mumlarımız, kıpkırmızı hayallerimizle ısınsak, başlasak yeni bir yılın en güzel umutlarını saymaya.

Tek bir dileğim var benim 2011 den bu sene, elbet uzun da bir öyküsü… yazacağım…

Sana 2 gün kaldı Aralık ayı, yarisini evimde, yarisini kocaaa bir tatilde gecirecegim için cok heyecanlıyım, gel artik.

İncirli Kek

Malzemeler

3 adet yumurta
1,5 çay bardağı pekmez
1 çay bardağı zeytinyağ
2,5 su bardağı çavdar unu
Kabartma tozu
2 su bardağı rendelenmiş havuç
1 su bardağı kırık çeviz
5 adet minin parçalara kesilmiş kuru incir
1 tatlı kaşığı taçın

Hazırlanışı

1-Yumurta ve pekmezi iyice çırpın.
2-Zeytinyağ da ekleyip çırpmaya devam edin.
3-Çavdar unu ve kabartma tozunu ekleyip çırpmadan karıştırın.
4-Geri kalan malzemeleri de ekleyip karıştırın.
5-Yağlanmış kek kalıbına döküp soğuk fırının ısısını 180 dereceye getirip 50 dakika pişirin.


Devamı için tıklayın..

27.11.2010

Çikolatalı Kek ve Mihrimah Camii Öyküsü




Haftalardır kitaplıkta duran bir kitap var ‘’Mehmet Coral Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım’’. Süleymaniye’de bir hastanede doğmamdan mıdır yoksa hayatta güdülendiğimiz herşey gibi bu da sonrada öğrenmedir mi bilmem, Mimar Sinan ve Kanuni zamanı İstanbul mimarisine, havasına pek meraklıyım. Sayısız hikaye, makele kitap okudugum, belgesel izledigim, sohbetine dahil olduğum bu konu benim ilgimi çeken araştırmaların en başında gelir. Senelerce Süleymaniye’deki restaurantlarda yediğim yemekten sonra içtiğim kahvenin katık olduğu hayallerim, aldigim nefes İstanbul’un tartışmasız en huzur veren yeridir bana. Kitap da elimdeki kitap bittikten sonra okunacak sıradaydı ve başlayıp bir çırpıda bitiriverdim elbet. Bitirdiğimin gecesi arefeydi ve bildiginiz üzere başbakan bayramın 1. Günü 3 yildir restarasyonda olan Süleymaniye’yi ibadete acacak, Mihrimah sultan camiini de 13 yıl aradan sonar halka acacakti. Tüm bunlar bi araya gelince beni arefe gecesi bir heyecan sardi. Rüyamda once Mihrimah Sultanı sonra zavallı Şehzade Mehmet’I gördüm. Hal boyle olunca bayramın birinci günü tüm ziyaretleri bitirip düştük adı Güneş ve ay anlamına gelen Mihrimah Camii yollarına.






Yılın sadece birkaç gününde Üsküdar ve Edirnekapıdaki iki Mihrimah Sultan Camiinde bir camiinin arka cephesinde güneş batarlen, diğerinden ay doğmaktadir. Çokça rivayete gore Mimar Sinan’in Mihrimah Sultan’a olan gizli ve karşıkılsız aşkını ithaf ettiği bu iki güzel eserde camiinin pencere sayısının eşit olduğu dinsel kelimelerden, içindeki ferahlık ve aydınlığın aşkına karşılık gediği çinilere kadar sayısız detay ve gizem saklı. Tam da bizim gittiğimiz gece bir köşesinden parıl parıl göz kırpan ay ışığı beni ne kadar mutlu etti anlatamam. Basılmaktan bir kısmı erimiş mermere adım attığımda 500 senelik bir taşa bastığımı, camiinin açılışında buraya teşrif eden kişilerden, Mihrimah’ın yüzüne kadar nice hayeller kurdum. Tam bunları sonsuz bir huzurla yaşarken gece bekçisi kapimizi çalıverdi. Süleymaniye’de çokça yaşadığım ‘’Hanım başını örtüver’’ cümlelerinden biri ile karşılaşacagimi sanirken çok daha tuhaf ve acısını yaşadım. Camiiyi doyasiya yaşayıp fotoğraflayabilmem için bekçiyi oyalamaya çalışan eşim bekçiye once kendisini tanıttı. Bekçi 13 yildir yani restorasyon başladığı günden itibaren bu camiide çalıştığını söyledi. Eşim kendisine ‘’bu camiiyi kim yaptirdi biliyor musun?’’ sorusuna ‘’Evet biliyorum bizim patron yaptirdi’’ seklinde cevap Verdi. Bu insanı isyan ettirecek cevaba karşılık yılmayan eşim kendisine ikinci bir soru sordu ki ben kitabımı ona hediye etmek istedim ama ne care? Kendisi ‘’Mihrimah Sultan kim biliyor musun?’’ sorusuna da ‘’Yok abi bilmiyorum’’ diye cevap Verdi. Biz camiide biraz daha kalabilmek amacı ile restorasyon muduru ile gorusmek istedik ve kendisi ile hem camii hem de restorasyon konusunda cok faydali bilgiler edindik. Ama13 yil ekmeğini yedigi bir iş hakkında merak edip de iki helime okumayan, hele ki yaşadığımız toprakların altın çağına hükmetmiş bir padişahın kızına Mimar Sinan gibi bir dehanın yaptığı bir eser hakkında herhangi bir fikri olmayan yurdum insanı beni çok çok üzdü. Biliyorum ki ne kadar bilgi sahibi olur, ne kadar tanırsak o kadar sahip çıkarız özümüze. Hala gidip tek tek anlatasim var ona ama denizde bir kum tanesi, neye yarayacak çabam?







Oradan çıkıp Süleymaniyeye, sonra da Şehzadebaşı camiine gittik. Gece yarısına kadar sokaklarda fotoğraf çektim, bomboş İstanbul’un aşkını iliklerime kadar hissettim.

Size tüm bunları yazarken ne tesaduftur ki İZ TV’de Mimar Sinan’in Cihangir içi yaptirdiği eserleri anlatan bir belgesel var. Yeni demlenmiş filter kahvemi yudumluyor, çikolata parçalı kekimi yiyorum. Havada meteorolojinin uyarı yaptığı güzel bir fırtına, fonda güzel bir Ray Charles şarkısı, aklımda hep gormek istediğim Mostar…

Çikolata parçalı kek
Malzemeler
3 adet yumurta
1,5 su bardağı toz şeker
½ su bardağı erimiş tereyağ
½ su bardağı süt
1 su bardağı +2 yemek kaşığı un
2 yemek kaşığı kakao
½ paket damla çikolata
kabartma tozu

Hazırlanışı.
1-Yumurta ile şekeri çırpın. Sırayla yağ ve sütü de ekleyip çırpın.
2-Un, kabartma tozu, çikolata ve kakaoyu aynı anda ekleyerek çırpmadan karıştırın.
3-180 derece soguk fırına ekleyip çalıştırın ve 50 dakika pişirin.


Devamı için tıklayın..

26.11.2010

Kırgınlık, bugun açılan Ladurée ve Sebzeli Lazanya

‘’Kırılma ama’’ diye başlayan bir cümleyi karşımızdakinin kırılıp kırılmayacağından emin olamadığımız durumlar için mi kullanırız yoksa kırılacağını bile bile söyleyip kendimizi emniyete almak için mi? İşte ben bazen buna emin olamıyorum, ve kim olursa olsun bu kelimelerle başyan bir cümleyi ister istemez sorguluyorum. Kırılıyorum ve cevap olarak ‘’kırılıyorum ama’’ diyen bir başka cümle ile de başlamak istemiyrum. Evet kırıldım, ve şimdi sana ne anlatsam hangimize ne faydası olacak ki?

Şimdi benim bu kırgınlığıma en iyi gelecek şey dışarı çıkmak. Dünku güneşe inat bugun kapalı bir hava ve serpiştiren bir yağmur var dışarıda fotoğraf çekmeyi sevenlerin en sevdiği cinsten. Evde incirli ve pekmezli kek pişti az once, ev işte şimdi ev gibi kokuyor. Laptopumun açılış sayfasında bugunku Hurriyette çıkmış bir haber: ‘’II:Abdulhamidin arşivinden İstanbul fotoğrafları’’. Gözlerim dala dala bakıyorum her bir detaya. Aylardır haberini beklediğimiz Laduree da bugün açılmış Bebek'de. Şimdi çıkıp sahile kadar yürüsem, ardından otobüs seyahatinin en zevkli güzergah olan boğazdan Bebeğe varsam iyileşir miyim? Rengarenk makaronlar fotoğraflasam, iki tane da ağzıma ativerip yollara düşşem iyi gelir mi?



Düşünüyorum da her bir hissimiz, her bir duygumuz bildiklerimizdir aslinda. Kızmayı, üzülmeyi ya da sevinmeyi gülmeyi hep sonradan öğreniyoruz biz. Hiçkimse hayattaki en doğru şeyi bilmiyor elbette ve yapamıyor da. Ama biz beklenti içinde isek eğer, sanirim ne olursa olsun mutlu sonla çıkamıyoruz o hikayeden.

Başka şeyler yazacaktim bugun, güzel bir Mimar Sinan hikayesi, kırgınlıgım yüzünden yarına kaldı. Siz bugün kırgınlıgıma ortak oluverin benim, yarın içinizi açacağım söz!

Başemel sos sevmediğim için kendi kendime uydurduğum ve tüm aile tarafından çok sevilip defalarca yenen bir Lazanya tarifi vermek istiyorum size. İçerisindeki domates sosunu eylül ortasndaki son kırmızı Çanakkale domateslerinden yapıp kış boyu kullanmak üzere dondurucuya stokladığım domateslerden yaptım. Domatesi rendeliyor, çok az tuz ve 1 kesme şeker ile kaynatıyor, soğutup 2 şer su bardağı boyutunda buzdolabı poşetlerinde saklıyorum.Eğer sizin bu tarz bir stoğunuz yok ise karton domates rendelerinden ya da en kotu taze domates satın alarak yapabilirsiniz.

Sebzeli lazanya

Malzemeler
½ paket lazanya
2 su bardağı domates sosu ( ya da 2 su bardağı rendelenmiş ve kaynatılmış domates)
1 diş sarımsak.
2 adet patlıcan
2 adet kırmızı biber
1 s bardağı kaşar peynir rendesi

Hazırlanışı.
1-Dolaptak domates sosunu çözdürüp ezilmiş 1 diş sarımsak ile kaynatın. Domates sosunuz tok ise domatesleri rendeleyip az tur ile kaynatıp sos yapın)
2-Patlıcanları alaca soyup, enine dilimleyip tuzlu suya yatırın.
3-Bu arada biberleri enine dilimleyip ızgarada her iki yanını pişirin.
4-Patlıcanları da tuzlu sudan çıkarıp kurulayarak yine her iki yanını ızgara edin.
5-Buyukce bir borcamın dibine 2 kepçe domates sosu dökün, üzerine 1 sıra lazanya dizin.
6-Lazanyanın üzerinde biber ve patlıcan dilimleri yerleştirip 2 kepçe sıcak domates sosu dökün.
7-Böylece bir kat lazanya ve sebze, bir kat domates sosu olarak malzemeleri dizin.
8-En üstüne rende kaşar peynirini serpin ve fırına verin.
9-200 derecede 30-35 dakika pişirin.

Devamı için tıklayın..

24.11.2010

Poyraz




Zihnimde objelerle özdeşleşmiş anılar var benim. Öğretmenler günü dediğinde nedense aklıma çocukluğumuzda dikdörtgen uzun şeffaf kutulara konan o çirkin kırmızı tek gül geliyor. Haftalığımdan ayırıp öğretmenime böyle bir gül almşlığım var herhalde ki bu gül aklımdan bir türlü çıkmıyor. Mesela anneler gunu deyince de içinde kadifeden bir anne suratı olan ayaklı altın sarısı bir tabak geliyor. Kesik bir film gibi, arada aylar süren bir anı yok ama böyle belli basil şeyler de hiç unutulmuyor.

O kadar zor gecirdim ki gectiğimiz günleri, herkesin pastırma yazı diyerek bayildigi içinin içine sıgmadigi lodos beni tabiri caiz ise bir lodos baligina ceviriyor. Keskin bir baş agrısı, solunum yollarımda bir baski, depresif bir halsizlik ve baş dönmesi. Bu yuzden bayramın hemen her gununu evde gecirdim diyebilirim. Hatta beynimin zonkladigi bir gun havanın poyraza dondugu an deniz kenarına gidip dakikalarca kıpırdamadan havanın kokusunu icime cekecegime soz verdim.Bugün de güneş var havada ama o gectigimiz çok hafta üstüste yaşadığımız ve benim sızlandığım lodostan degil. Bildiginiz sert bir ruzgar, arada ısıtan bir guneş, ama hava duru, hava net ve berrak.



Öğretmenler gününe MEF kullarına alelacele yetiştirdiğim kurabiyelerin yorgunlugundan olsa gerek sabah çok erken uyanıp kahvaltı yaptiktan sonar kanepede miskinlik yapiyorum. Tüm bunları düşünüyor ve biraz kestirip kalkıp fotograf cektirmeyi dusunurken bir mesaj dustu malime, ardından bir telefon. Bu sabah Bahcesehir Üniversitesinde derste olan eşim, erkenden vardıgı okul bahcesinin denize bakan kısmında poyrazın fotografını cekip yollamış bana heyecanla. Tamam dedim kalkıyorum artik dogru sahile. Bir kahve yaptım once ayilmak icin, simdi de oturmuş bunları yaziyorum ama bugün içim nedense dalga dalga benim. Az evvel daha once hic farktmedigim bir blogu farkediyor ve okudukça okuyasim, yaratıcılıgındna etkilenip birsürü plan yapasım var, ama birden onlar gidiyor ben battaniyenin altına giriyor gozlerimi kapatiyorum. Ruhumda içimin kıpır kıpır olmasını kıskanan ve onu engelleyen bir baskı , gözlerim bile dalgın sanki…

Bugun bana neler oluyor?


Devamı için tıklayın..

23.11.2010

Beyoğlunda bir sabah öyküsü

Sabah diyorum, erken diyorum yanına bir de fırsat dediğim zaman herşey istediğim gibi oluyor. En sevdiğim şehre on günlük tatil için vize randevusundayız. Fırsat demişim ya bir kere randevuyu en erken saat olan 08.15 e almışım üstelik randevudan yarım saat de erken gelme zorunluluğunu da hesaba katarak. Ev hafif karanlık, üzerimde hep o sabahı hatırlamak istediğim bir kıyafet, yanımda sevgilim yollar bomboş... Eksik 2 belgenin de fotokopisini çektirip konsolosluga girdikten onbeş dakika sonra gülen bir suratla çıkıyoruz dışarı, henüz randevu saatimiz bile gelmemiş ve biz hesapsız yirmi güzel sabah dakikası kazanarak...

Seneler seneler evvelinin Beyoğlu yaşantısına bu kadar meraklıyken kahvaltı için elbette soluğu Gezi Pastanesi’nde aliyoruz. Fırına girmeyi bekleyen ekmekler, fırında pişen ekmekler, yeni çıkan ekmekler derken tüm kokular adeta birbirine karışıyor.. Sabahın çok erken saatlerinin verdiği bir armağan olsa gerek deyip sakin ve boş salonda bir masaya oturup başlıyoruz fotoğraf çekmeye. Pencereler, aplikler, vitrinler derken kahvaltımız geliyor ve o güzelim sabah koşuşturmacasının içinde ama sakin bir kahvaltı yapıyoruz.. Gazete türk kahvesi derken eşim işe gidiyor ve ben başlıyorum sabah Beyoğlu’yu yaşamaya...








İlk şaşırdığım şey ve belki de bugüne kadar hiç bilmediğim İstiklal caddesinde arabalarla karşılaşıyorum. Caddesinin arabaya kapanış saati olan saat ona kadar büyük bir gürültü, toz duman ve stresten uzaklaşmak için giriyorum bir kitapçıya. Bir görevli ve ben varız sadece. Akşamdan sanki birbirleri ile fısıldaşan kelimeler güne hazırlanmak için her bir kitabın arasında usul usul dinleniyor ve ben onların fısıltısında geziniyorum. Birkaç fotoğraf, rahat bir gezintiden sonra zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor ve çoktandır okumak istediğim bir kitabı da satın alarak kitapçıdan çıkıyor ve kahvemi içmek için starbucksa giriyorum. Hava ılık hatta sıcak olmasına karşın starbucks’ın her sonbaharıma neşe katan kıpkırmızı yılbaşı ürünleri ile karşılaşıyorum. Bir an önce evime dönüp tozlu dolaplardan yılbaşı ağacımı ve süslerimi çıkarıp evimi kıpkırmızının enerjisine dönüştürmek için sabırsızlanıyor kahvemi yudumluyorum. Bir kahve bir cümle derken saat on oluyor ve sevimsiz arabalar caddeyi bana ve benim gibi meraklı insanlara bırakıyor nihayet.




Güne hazırlanmakta olan bir pastanenin vitrini, üzerine sabah güneşini almış kahvaltı yapan keyifli kediler takılıyor aklıma, fotoğraflıyorum. Tünele kadar yürüyor ve biraz oturuyorum bir taşa. Gelen geçen derken iyice kalabalıklaşıyor cadde ve ben kendimi asmalı mescidin boş sandalyelerinin arasına atıyorum. Tam bir yere oturup kitabıma devam edecekken bir sokak arasında eskimiş çerçeveleri temizleyip satan bir dükkan görüp giriyorum içeri. Salonumda duvar kağıdı yaptığım bir duvarıma ne zamandır aradığım aynaları buluyor ve sipariş ediyorum hemen. Dükkan sahibi siparişlerimi not alıyorken dükkandaki antika eşyalara dokunuyor ve öykülerini hissetmeye çalışıyorum parmaklarım ve kulağımla.

......Derken zaman doluyor ve ben yapmak istediklerimi başka bir Beyoğlu gününe bırakıyorum.




Sabah demiş sabah anlatmışken güzel bir Pazar sabahı kahvaltısı olan bu fırında tek kişilik yumurtaları anlatmak istiyorum size. Daha önce inernette ve birçok dergide kitapta farklı tariflerini görüp yapmaya niyetlendiğim bu yumurtaları kendi damak zevkime göre tariflendirdim. Siz de diğer malzemeler ile oynayabilir kendi tarifinizi yaratabilirsiniz.

Tek kişilik kaplarda fırında yumurta

Malzemeler
1 adet yumurta
1 dilim tost ekmeği
6 kaşık süt
1 dilim pastırma

Hazırlanışı
1-Fırın ısısını 170 dereceye getirin
2-Tek kişilik fırın kabına (dilerseniz benim gibi muffin kaplarına dilerseniz cam sufle kaplarına) 3 yemek kaşığı süt döküp tüm yüzeye yayın
3-Kalıp ya da bir çay bardağı yardımı ile tost ekmeğimi fırın kabı büyüklüğünde kesin ve frın kabına koyun, üzerine 3 yemek kaşığı süt dökün
4-1 dilim pastırmayı ufak parçalara bölüp ekmeğin üzerine yerleştirin.
5-En son yumurtayı kırıp fırına verin ve yaklaşık 17-20 dakika pişirin.


Devamı için tıklayın..

18.11.2010

bugün.


İstanbul bomboş, yalnız sakin hallerinin pozlarını vermek için sabırsız bizi bekliyor. Hava serinliyor, en sevdiğim bulutlar gökyüzünde bugün. Akşam dostlar, sabah halasna bayramlaşmaya gelecek bir küçük kuzu. Fırında pişmekte olan çikolatalı kekin kokusu akşamüzeri kahveme eşlik etmek için beni bekliyor. Vazomda bayram misafirlerimden güzelim taptaze kasımpatları. Erken yatmak yok, geç kalkmak yok, hayattan daha hızlı olmak için içimde bir çaba en heyecanlısından... Beni içimdeki ışığa kavuşturan şehrin vizesi pasaportumun en temiz sayfasında. Serin havayı bekleyen mavi elbisem üzerimde, alyansımın takılı oldugu parmagımda nazar boncuklu manikur. Digiturk kanal 437 de jazz klasik, elimde Hıfzı Topuz'un ''Nişantaşı Anıları''ndan tozlu sarı sayfalı anılar, makinemde aktarılmayı bekleyen güzel fotograflar.
Daha ne olsun?
Devamı için tıklayın..

9.11.2010

Bu sabahların bir anlamı olmalı

Eskiden ne çok severdim geceleri. Geç uyanmak pahasına geç yatmayı, kimsenin izlemediği dizilerin bilmemkaçıncı tekrarında kanal değiştirmeyi, garip garip ürünlerin uzuuun süren reklamlarını izlemeyi, şiir okumayı, en çok da yazmayı.

Zaman her şeyi değiştirmeye devam ederken gecelere olan ilgimi de azaltmaya başladı. Annemle bundan yaklaşık 10 sene önce taşındığı evinde, güneşin Topkapı Sarayının üzerinden doğuşunun izlenebildiği salonunda çok erken kalkıp gün doğumlarını izlemeye başlaması ile konuşmuştuk. Bana yıllar geçtikçe insanın ne çok şey kaçırdığını fark ettiğini, bu yüzden eskiden yapmadığı şeyleri daha çok yapmaya başladığından bahsetmişti. Gün doğumunu izlemek de en iyi örnek olsa gerek. Ben de eşim askerdeyken yaşadığım o evde sayısız sabah gün doğumu izledim. Bugüne değin yazlıkta arkadaşlarım ile kumsalda sabahlamak dışın gündoğumu izlemediğimi fark ettiğim an da ne çok şey kaçırdığımı anladığımı…

Şu sıralar sabahları daha çok seviyor daha çok huzur buluyorum sanki. Ben sabahları sevdikçe, daha çok uykumun geldiği ve eni uyanmamak için zorladığı bünyeme inat elimden geldiğince erken kalkmaya çalışıyorum. Ve biliyorum ki İstanbul sabahları bir gelin kadar süslü, bir aşık kadar heyecanlı, bir anne gibi masum…




Tüm bunları düşünerek kardeşime kahvaltıya gideceğimiz sabah tazecik Pazar sabahı ekmeği almak için Eyüp’e gittik. Sabahın o erken saatlerinde güneşin daha önce hiç yaşamadığınız ve fark etmediğiniz açısıyla bilmediğiniz bir köşeye, vitrine, taşa vuruşunu görüp heyecanlanır mısınız? Ben heyecanlandım. Bu tarihi semtte arvavut kaldırımlı taşlara adımlarımı atarken daha erken kalkmaya ve elimde fotoğraf makinesi ile yollara düşmeye söz verdim kendime.

Önümüzde kocaman bir bayram tatili var. Ellerinde haritalar, akıllarında notlarla yollara düşecek insanlardan farklı olan biz evcil iki sevgili çoktan izlenecek filmlerin, okunacak kitapların ve huzurun programını yaptık. Tabi ki sabah erken kalkıp bomboş şehrin kokusunu içimizde hissettikten sonra…

Fotoğraftaki güzel fırında karnabahar. Bizim en sevdiğimiz, tezgâhtan kalkana kadar çokça pişirip tükettiğimiz tarifinden.

Malzemeler;

1 orta boy karnıbahar
Pişirmek için su
2 su bardağı yoğurt
2 yumurta
2 yemek kaşığı un
1 çay bardağı zeytinyağ
1 su bardağı rendelenmiş kaşar peyniri
Tuz



Sos için;

Sarımsaklı Yoğurt

Tarifi;

Karnıbaharları ayıklayıp çiçek çiçek ayırıp iyice yıkayın. Kaynamakta olan tuzlu suya ekleyip karnıbaharlar yumuşayana kadar pişirin. (Yaklaşık 20-25 dk).Bu arada yoğurt yumurta un ve sıvı yağı bir karıştırıcı ile iyice karıştırın. Pişen karnıbaharları bir kevgir yardımı ile fırın tepsisine alın.Üzerine hazırladığınız yoğurtlu karışımı eşit miktarda dökün. Rendelenmiş kaşar peynirini ekleyin.Üzeinin nar gibi kızarmasını istiyorsanız en son üzerine bir bıçak yardımı ile fındık büyüklüğünde 5-6 parça margarin koyun ve 180 derece önceden ısıtılmış fırında üzeri kızarıncaya kadar pişirin (Yaklaşık 30-35 dk) Fırındak çıktıktan sonra 10-15 dakika dinlendirip üzerine sarımsaklı yoğurt dökerek servis edin.


Devamı için tıklayın..

5.11.2010

Zaman Mandalina Zamanı


Zaman… Yıllardır hakkında bir sürü şey yazılıp çizilen, felsefe ve fiziğin bir araya gelip hakkında bir sürü teori ürettiği bir kavram. Siz ne yaparsanız yapın geçen, ama yaptığınız aktiviteye göre de süresindeki algımızın değiştiği, bazen güzel bazen kötü, ama hepimizin hayatında var olan zaman.

Çalışırken arkasında koştuğum, şimdi ise evdeyken beni iteleyen, tüm programlarımızın amacı, çoğu zaman yönetemediğimizden yakındığımız, bazen de geçmesini istemediğimiz güzel zaman.

Geçiyorsun gidiyorsun hep. Bazı gün alnımızın ortasında bir kızgınlık çizgisi olarak kalıyorsun, bazı akşam da yanağımızdaki kücük gamzelerini çukurlaştırıyor, ama her günün sonunda bizi biraz daha büyütüyor biraz daha olgunlaştırıyorsun. Bir bakıyoruz ki moda dergilerinin yapraklarında özenip aldığımız tüvit pançolarımızı bile giyemeden kışa döndürmüşsün sonbaharı, gün geliyor ki özlemle beklediğimiz sevgiliyi getirmiyor koynumuza, sancılarla uzattıkça uzatıyorsun kendini…

Her gün yeni bir fırsat sunuyorsun bize kendinden daha hızlı. Gelip geçerken yakalayabilirsek saçlarından bizim oluyor, anı yaşıyoruz. Ya sonrası diye düşünürsek sen yanımızdayken, daha bir hızlı alıyorsun elimizden o fırsatları bir daha vermemek üzere, sonra biz de elimizdekini yaşayıp sonra da adına kader deyip geçiyoruz. Daha güzel bir güne saklarsam o pahalı şarabı, sona bir açıyorum ki eskimiş, ekşimiş, o an açıp içersem o güzel şarabı o zaman da aklımda daha güzel bir gün olur muydu acaba diye soru işaretleriyle. Zamanın tek manasının ‘’an’’ olduğunu çokça düşündürerek, ve yaşadığımı o anın, ne olursa olsun bize ait ve güzel olduğuna inanarak.

Senelerce Paris hayali kurduktan sonra Paris’e ilk adım attığım anda olmuştu bana. Hani size de olur mu çok hayal kurduğunuz bir anı yaşarken ‘’acaba bu anı ben mi yaşıyorum’’ diye düşündüğünüz., sonra yanınızdakine dönüp ‘’işte o hep hayalini kurduğumuz anın içindeyiz farkında mısın dediğiniz. Hayat ve zaman hep bu yan yana anlardan ibaret aslında.





Her sene başka bir şarkıya âşık oluyorum ben o şarkının bestelendiği zamanla aynı zamanda yaşadığıma şükrederek. Sezen Aksu’nun o en manalı şarkılarını, Goran Bregovic orkestrasını ik karşımda gördüğüm anı, Zeki Alaysa Metin Akpınar’ın Devekuşu Kabaresini çocukken tiyatrosunda izlediğimde, Ajda Pekkan’ı her duyduğumda bunarı hissederim de, en çok Müzeyyen Senar’ı canlı izlemek istemiştim ben. Bir içki firmasının sponsorluğunda Sepetçiler Kasrı’nda verdiği geceye gitmek istemiş, ama bir türlü kısmet olamayan o basiretlerimden en büyüğü bağlanmış ve o geceye gidememiştim. İş güç çıktı şu oldu bu oldu derken, Müzeyyen Senar da o geceden birkaç gün sonra hastalanıp o muhteşem sesini kaybetti. O an ‘’fırsat’’ın zamandan çok daha önemli olduğunu anladım, daha çok düşünür daha çok koşturur oldum.

Karşımıza ne gelirse gelsin, o an, o fırsat bir daha bizim olmayabilir. Niye evdeyiz şu an, neden bu güzel sonbaharın kırmızı yaprakların tadını çıkarmıyoruz, bir sonraki sonbaharda da aynı sağlıkta, aynı imkânlarda olabilecek miyiz? Biz gündelik işlerimizle koşuştururken etrafımızda o ana ait ne fırsatlar gelip geçiyor bir an gözlerimizi kapatıp düşünemez miyiz?



Bu fotoğraflarını gördüğünüz yeşil sarı güzeller de yeşil mandalinalar. Her sonbahar sadece 3-4 hafta tezgâhlarda oluyor, sonra yerini mumlanmış büyümüş kocaman mandalinalara bırakıyor.. Gazetede bir tarif gördük annemle ve hemen pazardan alıp uyguladık. Bu tarif ile yaptığınız şurupları uzunca bir süre buzdolabında muhafaza edebiliyoruz. Keklere pastalara ekleyip harika tarifler elde edebiliyor, bol buz ve su ile kokteyller, ya da tekila ve votka ile hoş kokulu kış içkileri yudumlayabiliyoruz. Başka neler yapılabilir düşünüp deneyimleyip paylaşacağım sizlerle

Siz de yapmak isteseniz pazarda bu mandalinayı bulabileceğiniz son günler. Güzel bir fırsat bu mandalinaları mutfağımıza getirmek için son kez uçuyor gökyüzünde. Hadi yakalayın saçlarından!


Malzemeler

4 bardak yeşil mandalina suyu (bu yaşlaşık 5 kilo yeşil mandalinadan elde ediliyor)
4 bardak toz şeker

Yapılışı
Mandalinaları sıkıp her 1 bardak mandalina suyuna 1 bardak toz şeker ekleyin ve kapaklı bir kaba koyun. Bu kabı 2 gün boyunca ara sıra karıştırarak ya da çalkalayarak şekerin eriyip iyice karışmasını bekleyin. Daha sonra bu karışımı şişelere doldurup ağzını kapatın ve hiç açmadan 15 gün botunca karanlık ve güneş almayan bir yerde bekletin. Ardından kullanmak üzere açtığınız her şişeyi buzdolabında muhafaza ederek kullanabilirsiniz.


Devamı için tıklayın..

3.11.2010

Simit öyküsü, talihsizlikler ve Pasta Malzemeleri indirimi

Geçen akşam televizyonda lezzetli bir simidin nasil anlaşılacağından bahseden bir haber yapmışlardı. Şekli, kokusu, rengi derken herkes kendince fikrini söyledi de; bence güzel simit için hiçbir riske girmeye gerek yok, güzel simit küçük olur bir de Eminönü’nde olur. Rengi kokusu falan da beni pek ilgilendirmez, ağzına attığında seni İstanbul’da hissettirir olur biter.

Aklımda bunlarla düşüyorum yollara, Tarabya’dan Eminönü’ye simit yemeye...Gidip bir simit alacağım, denizin iyot kokusunu içime çekeceğim, sonra da büfeden bir ayran alip kalabalığın ortasında bir taşa oturup afiyetle simidimi yiyip simitçinin ve güzel meydanın fotoğraflarını çekeceğim diye.

Arabaya binip metro istasyonuna gidiyor ve 15 dakika yer bulamıyorum arabayı park edecek. Ama işin ucunda simit var yılmak yok diyip eve geri dönüyor arabayı yerine park ediyor, bir taksiye atlayıp tutuyorum istasyonun yolunu. Böyle başlayan günlerde size de olur mu bilmiyorum ama tam merdivenleri inip hızlı adımlarla araca ilerliyorum ki binmek üzereyken kapılar kapanıyor metro hareket ediyor ve ben başlıyorum bir sonraki aracı beklemeye. Simit diyorum, fotoğraf diyorum, henüz en sakin anlarım çünkü. Kitabımı açıp başlıyorum derin derin okumaya.

Bir sonraki araba binip Taksim’e varıyorum, Finiküler ile Kabataş’a, oradan da tramvay ile Eminönü’ne varacağım ve tahmin edebileceğiniz gibi her iki araçta da aynısı başıma geliyor, koşa koşa araca yaklaşıyorum ki Truman Show gibi birileri aracın kapısını kapatıyor ve ben bir sonraki sefere kalıyorum.





Derken planladığımdan 1 saat 15 dakikalık bir gecikme ile Eminönü’ndeyim. Yeni Caminin önünde bir simitçi gözüme kestiriyor, yol boyu boynumu ağrıtmış makinemi çantamdan çıkarıyorum, başlıyorum bir güzel simit fotoğrafları çekmeye. Ama tam o anda fark ediyorum ki makinenin kartı içinde değil!

Her güzelliği fotoğraflayıp ölümsüzleştiremem ya, ben de eve gidip anlatırım, hatta belki çekeceğimden daha güzel bir kare olur cümlelerim diyorum. Derken bir fırın arabası yaklaşıyor simitçiye. Üzerinde kırık beyaz sert hasır bir örtü ve altında kokusu ile insanları simitçinin önünde bir anda sıra yapan sıcacık simitler. Eminönü’nde olmak, simit yemek ve o simidin sıcacık olmasını sadece ikinci kez yaşıyorum ben, kelimelere kifayet bırakmayan, ayranın varoluş sebebini açıklayan ve günlerce farklı öykülere konu olabilecek anlar yaşıyorum kendimce. Hani Nutella kavanozunu ilk açtığınızda üzerindeki sarı ambalajı delersiniz ve burnunuza gelen ilk kokuda oturacak ve gözlerinizi kapatacak bir yer ararsınız ya, işte öyle bir an benimki.

Bir simit hikâyem ve güzel simit fotoğraflarım olacaktı size, ama sadece hikâyem var bugünlük, fotoğrafta da ne zamandır canımın çektiği mısır unlu tuzlu peynirli kek. Bir de güzel haberim var pastacı kurabiyeci arkadaşlara. Fermo’dan Nüansa giden sokakta 3 farkı pasta malzemeleri dükkânı açılmış, bu duruma da senelerdir burnundan kıl aldırmayan Fermo bir çok ürüne %70 indirim yaparak bir de o dükkanda hiç alışık olmadığım güler yüzlü çalışanlar edinerek uyum sağlamış. Şaşkınlığım bir anda mutluluğa dönüşüverdi. Malzeme ihtiyaci olanların Fermo’ya göz atmasını tavsiye ederim.

Mısır unlu tuzlu peynirli kek

Malzemeler
2 su bardağı mısır unu
1 su bardağı beyaz un
1,su bardağı yoğurt
1/su bardağı süt
1/2 su bardağı zeytinyağı
½ demet dereotu
Kabartma tozu
150 gr. Beyazpeynir
1 tatlı kaşığı tuz

Hazırlanışı

1-Fırın ısısını 180 dereceye getirin.
2-Mısır unu, beyaz un, kabarta tozu ve tuzu derin bir kapta harmanlayın.
3-Zeytinyağı süt ve yoğurdu ekleyerek bir kaşık yardımı ile kek hamuru kıvamında bir hamur hazırlayın.
4-En son dereotunu ve peyniri de ekleyip yağlanmış ve unlanmış yuvarlak kalıba hamuru iyice yayın.
5–180 derece fırında aynen kek pişirir gibi yaklaşık 40–45 dakika pişirin. Üzeri kızarıp, batırdığınız kürdan temiz çıkınca fırından alabilirsiniz.


Devamı için tıklayın..

1.11.2010

Kış Çayları


Herkes gibi benim de bu aralar boğazlarım ağrıyor, burnum ve gözlerim akıyor, arada da halsizliklerim oluyor mevsim geçişlerinden. Tesadüf müdür yoksa gerçek midir bilmiyorum ama sanırım grip olmamanın yolunu budum ben. Sonbaharda iki kez ve kıştan ilkbahara çıkarken iki kez olmak üzere yılda dört kez bildiğiniz 10-15 gün süren ateşli grip olurdum çoğumuz gibi. En son grip olduğum 2008 Şubat ayından bu yana bu mevsimlerde boğaz yanması dışında bir rahatsızlığım olmadı hiç Çözümü beslenmede buldum kendimce. Eskiden ne olsa yerken artik günde 6 öğünde de meyve ve sebze yiyorum mutlaka. Öğle ve akşam yemeklerimde roka ile domatesi eksik etmiyor, ara öğünlerimde mutlaka mevsim meyveleri yiyor, et sevmeyen biri olarak da ana öğünlerimde hep sebze yemekleri yiyorum. İşin sırrının sağlıklı beslenip metabolizmayı güçlendirmek olduğunu keşfettiğimden bu yana da grip olmadım.






Fakat grip dışında bahsettiğim soğuk algınlıklarına da çeşit çeşit bitki çayları ile çözüm buldum. Yazılı ve görsel medyada hergün ne yememiz ya da ne yemememiz konusunda bilgi bombardımanına tutuluyoruz, bence önemli olan doğru seçimi yapabilmekte. Geçen gün mayıstan bu yana çektiğim ama hiçbir doktorun bir teşhis bulamadığı bir ağrım sebebi ile bir arkadaşımın önerdiği bir doktora gittim. Eskiden doktorlar bir hastalık teşhisi koyamadıklarında ‘’psikolojik’’ diyip insanı hemen terapiye yönlendirirlerdi. Çeşitli vitamin markaları ile anlaşma yapmış olmalarından mütevellit kensisi bana çeşitli tetkikler sonucunda bilmemne çiçeği yağı özünden oluşan bir bitkisel ilaç önerdi. Teşekkür ederek ayrıldım yanından.



Yine de soğuk algınlığı gibi basit durumlarda insan alternatif tedavileri kendisi keşfedebiliyor. Yaptığım araştırmalar ile bu sene kış çayımı Mısır Çarşısına giderek ve bol bol okuyarak oluşturdum. Akşamları bir demlik demliyor ve eşimle birlikte içiyoruz. İnanın sabaha tüm boğaz ağrım geçmiş oluyor. İçeriği şunlardan oluşuyor;

Ekinezya
Papatya
Kuşburnu
Ihlamur
Melisa
Mürver
Söüt Kabuğu
Kekik otu

Uzaklığı sebebi ile arabayla gitsem dur kalktan yorulacağım, vesait ile gitsem yolu bitmeyecek bir mesafede olan kitap fuarına senelerdir gidemiyorum maalesef. Bugün öğleden sonra bu güneşli havayı da fırsat bilerek sahilde hafta sonu Radikalin verdiği kitap ekindeki fuar ile ilgili hemen her satırı okudum. Söyleşileri ve imza günleri olan yazarlara katılamayacağım için çok üzüldüm tabiî ki ama gerekli tüm notlarımı alarak listede okumamı bekleyen kitaplarıma eklentiler yaptım. Yaşasın kitabın eşlik ettiği bitki çayları ile dolu kış akşamları

Herkese sağlıklı ve sıcacık kış akşamları dilerim


Devamı için tıklayın..