24.09.2010

Pera'da kitap, yağmur ve rüzgar

Bugün yaşadığım o kadar çok şey beni yazamaya itti ki, sonunda yapmayı planladığım her şeyi bir kenara bırakıp sokak sokak kırtasiye aramaya başladım.

Şu an bu satırları yıllardır hayal ettiğim üzere ‘’hafta içi’’ Pera’da bir cafede duble espressomu yudumlarken yazıyorum.

Senelerce sabah işe giderken gökyüzünde gri bulutlar olduğunda, öğlen yemeğinden ofise dönerken ve çok işim varken yüzüme serin serin temiz rüzgârlar vurduğunda, ya da bir Cuma günü sadece keyif yapmak için, herkes işinin başındayken ve sokakları bomboşken Beyoğlu’nda fotoğraf çekmek ve kahve içip yazı yazmak istedim ben. Bu hayallerimin çoğu iş yoğunluğu yüzünden, geri kalanı da üşengeçlikten gerçekleşemedi maalesef., Tanrım gerçekleştirmek istediğim ne çok hayalim var! Ama şimdi Pera’dayım, dönmem geren bir işim yok, hatta saatten haberim bile yok. Hava tam da istediğim gibi. İnsanın yıllardır hayalini kurduğu bir şeyin tam da içindeyken durup bir an ‘’işte o an bu an’’ diye düşünmesi ne güzel bir duygudur.Ve bu kadar özel bir anı yaşadığımı bilirmişçesine az önce sahaf festivalinde bütün kitapların kapaklarını bir anda havaya kaldıran bir poyraz ile koca bir sağanak geldi üzerimize. Ve hemen ardından hiç o sağanak olmamış gibi gökyüzü aydınlanıverip kıpkırmızı bir güneş battı en uzaklarda. Bugün tanrı, ruhum, doğa ve lezzet benden yana!





Bütün bir günü Pera’da geçirdim ben. Bazen güneş bazen de çok sevdiğim Eylülün serin rüzgârları eşlik etti bana. Hava bugün tam da ruhum gibi: Üzerimdeki kot ceketime şükrettirecek kadar serin, ama boynumdaki şifon fuları zaman saman gevşetme ihtiyacı hissettirecek kadar da sıcak. Tüm bunları an an yaşarken yürüdüğüm cadde-i kebirde içime dokunan o kadar çok şarkı duydum ki. Önce Fransız Konsolosluğunun önünde klarneti ile ‘’Lale Devri’’ni çalan yaşlı adamın fotoğrafını çekmek istedim. Sonra kışın kapıda olduğunu hissettiren Louis Armstrong’un peşinden Starbucks’a giriverdim ve güzel bir latte içtim. Ardından aşağı doğru yürürken Mephisto’dan gelen ‘’Harmandalı’’ ile kapısında bir durakladım. İçeri gireyim mi girmeyeyim mi diye düşünürken kendimi hızlı adımlarla kitapların arasında buluverdim. Bu senelerin klasiği çalarken, bu kitapçıda o kadar çok şey aradım ki kendime ait. Bir kitap, bir kalem, bir fotoğraf ama sadece bana ait…. Ama Milliyet Sanat dergisini alarak ve bulmak istediklerimi bir sonraki sefere bırakarak çıktım bu kitapçıdan.



Şimdi bu yıllardır hayalimde kurdukları size aktarırken bu güzel Cuma sabahında, sardunyalarıma yağmur çiseleyen balkonumun hemen önünde, bana bu aynaya baktıran günün etkisi hala üzerimdeyken kahvemi yudumluyor dün akşamdan kalan Crumble’ımı yiyorum.

İstanbul: Seni seviyorum. Sen iyiki seninleyim, iyiki Eyüldeyim ve iyiki kalem tutan parmaklarım var dedirtecek ne çok sürprizle dolusun.

Şeftali-Vişne Crumble

Malzemeler
1 adet büyük boy şeftali
1 su bardağı dondurulmuş vişne
1 su bardağı un
3 yemek kaşığı tozşeker
50 gr. Oda sıcaklığında tereyağı

Hazırlanışı
1-Fırın ısısını 175 dereceye ayarlayın
2-Şeftalinin kabuklarını soyum küp şeklinde doğrayın, vişneler ile birlikte fırın kabına yerleştirin.
3-Un, Şeker ve tereyağını karıştırıp kum kıvamında crumble hamurunu oluşturun.
4-Hamuru meyvelerin üzerine serip fırın kabını fırına yerleştirin ve 30 dakika pişirin.


Devamı için tıklayın..

21.09.2010

Sonbahar yaprakları

Bugün pasaportumu yenilemek için gittiğim büroda memurun hemen arkasındaki cama takıldı gözüm. Hepinizin tahmin edebileceği gibi beş dakika sonra intihar edebilecek mutsuzlukta görünen bayan bir memur, millete bin bir küstahlık yapan diğer erkek memurlar, mesleğin nedir sorusuna ‘’diş hekimi’’ olarak cevap aldıktan sonra öğrenim durumunuz diye saçma sapan soru sorabilecek kadar yaptığı işe yabancı aklı havada bir diğer memur ve biz vardık odada. Bizimle ilgilenen memurun hemen arkasında yere kadar bir cam, camın tam da önünde neredeyse üç dört avuç büyüklüğünde kahverengi kocaman bir yaprak, ve etrafında sararmış bir sürü ot vardı Ne zaman kahverengi bir yaprak görsem çok heyecanlanırım, e tuhaf değil mi? Bugün de o yaprağı gördüğümde birden oradan oraya koşmak isteyecek kadar heyecanlandım. Önce gidip hayatından bezmiş kadının masasına mis kokulu lilyumlar almak geldi. Küstah memura masasına koyup çalışırken yüzüne bakabileceği bir ayna almak, diğer herkese de kahve yapmak geldi nedense. Ben olsaydım bunların yerinde dedim, önümüzdeki birkaç hafta hatta şanslıysak 1 ay kadar sürecek olan sarı sonbaharda dökülen yaprakların toplandığı bir koridora bakan bir odam olsa, her gün de o odada çalışmak zorunda olsam, masamdaki tüm kırtasiye eşyalarını pembeye boyamak gelirdi içimden. Her sabah işe giderken herkese kahve alır, her gün yeni bir çalışma arkadaşımın masasına küçük sürpriz hediyeler bırakırdım. Tüm bunları düşünürken bu etrafımdaki insanlar düşüncelerimi okusalar benimle nasıl dalga geçerler dedim kendi kendime. Mutsuzluğum, söylenmenin, şikâyet etmenin ve tüm bunların yarattığı yetmezliğin hayal güçlerimizi zindanlara hapsettirdiği ülkemde, az sonra koca bıyıklı bir çöpçü gelip o yaprağı süpürerek çöplerin arasına attı bile. Birilerimiz için mutluluk yaratmanın kaynağı olan bir yaprak, bir diğerimiz için ‘’çöp’’ sayılabiliyor dedim ve şişman mutsuz memurun sorusu ile kendime geldim. ‘’Mesleğiniz nedir?’’








Mesleğim ev hanımı şu sıralar, ama bildiğiniz ev hanımı. Öğlene doğru sandalyenin döşemelerini silerken buldum kendimi. Hey gidi dedim kendi kendime, bundan 3 ay evvel bir döşeme hangi deterjanla silinir bilmezken, şimdi kalkmış bir de döşeme siliyorsun öyle mi? Nedense bir temizlik rahatsızlığı geldi bu günlerde. Her şeyi yıkamak istiyorum, camları, halıları, bütün kazakları, yatak örtüsünü, abajur şapkasını, en altta kaldığı için aylardır kullanılmamış masa örtüsünü. Neden bilmem kitaplığımdaki tüm kitapları indirip alfabetik olarak düzenlemek, yemek defterimdeki tüm tarifleri temize çekmek, çok kez sil baştan düzenlediğim fotoğraf albümlerini bu sefer başka bir kritere göre kategorize etmek istiyorum. Biliyorum, zihnimin böyle şeylerle oyalanıp dinlenmeye ihtiyacı var, bu yüzden sorgulamıyorum kendimi.






Miskin haftadan sonra bu da arınma haftası oldu sanki. Arınırken, bolca Edith Piaf dinleyip mutfakta vakit geçiriyorum. Fotoğrafını gördükleriniz eşimin ‘’acil durum atıştırmalıkları’’ ismini koyduğu mayalı hamurdan başkası değil aslında. Bir ölçü hamurun bir kısmını sade bir kısmını zeytinli kekikli diğer kısmını peynirli olarak pişiriyorum. Soğur soğumaz buzdolabı poşeti ile buzluğa koyuyorum. Buzluktan alıp fırın tepsisine dizip 150 derecede 15 dakika ısıtınca yeni pişmişler gibi oluyor, eşimin de acil durumlarda hayatını kurtarıyor. Kimi zaman sabah kahvaltısı oluyor, kimi zaman akşam yemeğinde ekmeklerin yanında ekmek çeşidi, kimi zaman da habersiz gelen misafire ikram. Çok amaçlı çok bereketli hayat kurtarıcı…

Malzemeler

3 bardak ılık süt
1 su bardağı sıvıyağ
1 paket kuru maya
1 kg. un
1 tatlı kaşığı tuz
3 yemek kaşığı şeker
2 yumurta sarısı
Çörekotu
Kekik, peynir, zeytin ezmesi

Hazırlanışı

1-Fırın ısısını 160 dereceye getirin.
2-Süt, Yağ, Maya, un, tuz ve şekerden bir hamur hazırlayın.
3-Fırın tepsisine yağlı kağıt verin ve hamurun mayalanması için 15-20 dakika bekleyin.
4-Hamurdan ceviz büklüğünde parçalar koparıp elinizde açın ve içine dilediğiz malzemeyi koyup kapatın, üzerine yumurta sarısı sürüp çörekotu serpin.
5-Fırın tepsisine aralıklı olarak dizin ve fırını kapatıp tepsiyi içine koyun.
6-30 dakika mayalandırıp fırını çalıştırın ve üzerine kızarana kadar pişirin.


Devamı için tıklayın..

15.09.2010

Miskin Hafta

Miskin hafta ilan ettim bu haftayı. Üzerimde pijamalarımla kahve makinesinin başında vakit geçiriyorum neredeyse, insanın bazen böyle zamanlara da ihtiyacı oluyor mu? Erkenden kalkıp iki bölüm Friends izleken biraz kahve içip yeniden uyuyorum mesela. Uyandığımda salonda film izlerken sabah tezgahın üzerinde bıraktığım kahve fincanımın bana verdiği huzursuzluğu, dolapta biten domatesin rahatsızlığını, ya da biriken ütülerin baskısından arınmak için müzik dinliyorum. İnsan 1 hafta hiçbir şey düşünmeden, hiçbir sorumluluğunu yerine getirmeden yaşayabilir rahat ol diyorum kendime ama hayır, ne zaman mantığım kendi beynime hükmedebildi ki? Hemen kalkıp yatağı topluyorum cici bici örtülerimle, perdeleri açıp odaya bolca güneş dolduruyorum. Mutfağı toparlayıp ne pişirsem diye geçiriyorum içimden. Hemen arkasından banyoya gidip bir oda parfümü sıkıyorum, banyodan tüm eve mis gibi yayılıyorlar. Bir kahve daha demlesem mi diye düşünürken kendime gelip ne yapıyorsam bırakıp televizyonun karşısındaki battaniyenin altına giriyorum hemen. Aklım bir iki dakikalığına bana yenilse de yine hatırlatıyor kendini kalk ütü yap diye. Sonra bir bakıyorum akşam oluvermiş bu şekilde. Zaman benim değil mi bu hafta da böyle harcayıvereyim diyorum. Bolca savuruyorum zamanı sanki para üstü gibi arta kalan zamanımı geri vereceklermiş gibi, biliyorum. En sevdiğim ay üstelik Eylül benim, senede 1 kere gelen Eylülü de çöpe mi atıyormuşum varsın giden Eylül olsun. Benim gönlüm tüm mevsimleri Eylüle döndürür isterse diyorum, kendimi biliyorum ve bekliyorum.






Bolca kitap var elimde. İşten ayrıldığımdan bu yana geçirdiğim kaliteli zamanlardan beni en çok mutlu mesut esen kısmı dilediğim kadar kitap okuyabilme rahatlığı oldu. Eskiden bir kitap listem vardı, okumak istediklerimi eklerdim, alıp okuduklarımı da silerdim. Böylece hem aklıma gelen kitapları takip edebilmiş olurdum hem de ne okuduğumu görürdüm geriye dönük, yine onlardan birini yapmalı sanırım. Çünkü yavaş yavaş Elif Şafak hayranı oluyorum ben. Özellikle bu Pazar köşesindeki yazısından sonra beyninin çalışma biçimini bir kez daha tebrik edip okumadığım tüm kitaplarını da okuma kararı aldım. Listeye Elif Şafak’dan başlamalı.



Birazdan tarifini vereceğim kurabiyeyi sanırım ki 1 ay evvel falan pişirmiştim. Pişirirken sabretmenin, emek vermenin, ince ve nazik olmanın bu kurabiyede olduğu kadar hayatın her yerinde de ne kadar önemli olduğunu düşünmüştüm hatta. Çünkü bu kurabiye her zor tarifte olduğu gibi kendi içinde bir sürü detay ve zaman barındırıyor. İlk okuduğunuzda çikolata rendelemek yerine damla çikolata koymak istiyorsunuz mesela. Unu elemek yerine karıştırmak, buzdolabında bekleme süresini tamamen atlamak istiyorsunuz. Çünkü hayat hep hızlı ve bir her ana birkaç şeyi birden sıkıştırmak, yetiştirmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Ama öyle olmuyor maalesef. Seçici olup, az şeye konsantre olmak ve konsantre olduğun şeyin hakkını vermek gerekiyor.

Dediğim gibi tarifin özünde Cafe Fernando’nun söylediklerine harfi harfine uydum, ve kurabiyeler harika oldular. Onun tariflerindeki püf noktalarına sadık kalınca insan harikalar yaratıyor zaten de, ben bir tek vanilya konusunda fire veriyorum, çünkü vanilyayı hiçbir tatlı, kurabiye, kek vs. gibi tariflerde sevmediğim için hiçbirine de eklemiyorum. Benim damak tadima göre harika oluyorlar.


Malzemeler

2 su bardağı un
1 paket kabartma tozu
1 çay kaşığı tuz
225 gr tereyağı
1,5 su bardağı toz şeker
2 adet yumurta
280 gr rendelenmiş bitter çikolata (Ben %85 Lind kullandım)

Hazırlanışı

Fırınınızı önceden 180°C’de ısıtın.
Karıştırma kabında un, tuz ve kabartma tozunu karıştırın.
Ayrı bir kapta tereyağ, şeker ve yumurtaları iyice çırpın.
Aynı karışıma uynu karışımı da ekleyip karıştırın, en son rendelenmiş çikolatayı da ekleyin ve kurabiye hamurunu tamamlayın.
Kurabiye hamurunu 30 dakika boyunca buzdolabında dinlendirin.
Hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp tepsiye aralıklarla dizin çünkü pişerken çok yayılıyorlar.
180 derece ısıda 10-12 dakika pişirin.


Devamı için tıklayın..

6.09.2010

Güle Güle Nehir...




Tam da adın gibiydin Nehir, gürül gürül aktın hepimize gücünle ne dersler verdin. Simdi duydum ki anneciğinin sıcak kucağından cennete akmışsın adın gibi Nehir gibi. Sonsuz huzur senin olsun. Hepimiz gözlerimiz yollarda Türkiye'ye dönmeni bekliyoruz anneciğinin biraz olsun yanında olabilmek için.
Devamı için tıklayın..

2.09.2010

Facebook

Facebook hayatımıza girdiğinden bu yana istediğimiz her şeyi bu ortamda sevdiklerimizle paylaşır hale gedik. Hergun en az 2-3 başlık paylaştığım facebookdan şikâyetçi olduğumu sanmayın sakın, her şeyin dozunun insanın kendi iradesinde olduğuna inanırım ben. Sınırsız arz vardır toplumda, sen dilediğini talep edersin, ihtiyacını alır geri kalanını bırakırsın/bırakabilmelisin. ‘’Eskiden doğum günlerinde bir telefon ederdik, şimdi facebook geldi, bir mesajla bitiriyoruz kutlamaları da, her şey tükendi’’ diyenleri de kusura bakmayın ama anlamam. Facebook olmadan önce doğum gününü kutladığım herkesin yine telefonla doğum gününü kutluyorum ben, gidebildiklerimin yanına gidiyor, götürebildiklerime hediyeler veriyorum, tüm bunlara ek olarak da ne rehberimde telefonu ve hafızamda sureti kalmış ilkokul arkadaşımı da facebookdan takip edip doğum günün kutlayabiliyorum mesela. Her şeye iyi tarafından bakmak, ihtiyacımız kadarını almak, gerisini de biraz hayatımızdan çıkarmayı becerebilmemiz gerekiyor, her şey dengede gizli. Benim rahatsız olduğum konu facebookda statüsünde düşüncelerini paylaşanlar. Kurulan gruplar sayesinde her gün haberler bölümümüze felsefi, edebi, dini bir sürü bilgi ve söz geliyor malum. Kimi zaman Balzac’dan bir söz okuyup düşünüyoruz, kimi zaman Mevlana’dan… Oldukça da bilgileniyoruz aslında, düşünüyor, öğreniyor ve ruhumuzu büyütüyoruz geliştiriyoruz. Ama bu alanlarda o anki ruh haline uyan her cümleyi statüsünde paylaşan insanları da anlayamıyorum maalesef. Bunları paylaşırken ne anlama geldiğini, sözün ağırlığını ya da her şeyi bırakın ne kadarını gerçekleştirebildiğimizi hiç düşünüyor muyuz?

Bir yerde okumuştum;

Düşündüğünüz,

söylemek istediğiniz,

söylediğinizi sandığınız,

söylediğiniz,

karşınızdakinin duymak istediği,

duyduğu,

anlamak istediği,

anladığını sandığı

ve anladığı

arasında farklar vardır. Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 ihtimal var.

Mesela… En son ne zaman facebookda yazdığımız, paylaştığımız bir şeyin bu 9 ihtimalini düşündük biz? En son ne zaman özel birini çok kırdığımızı fark edip ondan özür diledik? İnsanları affetmenin onlardan alınacak en büyük intikam olduğunu düşünüyor muyuz gerçekten Victor Hugo’nun bu değerli sözünü palaşırken? Yoksa bunu paylaşır paylaşmaz bilgisayarı kapatıp kızdığımız kişiye intikam planları mı yapıyoruz?
















Ya şarkılar? Tüm ömrünü kavuşamadığı sevgilisinin fotoğrafına bakarak geçiren bir aşk adamının güftesindeki sözcükler ne kadar geçerli bizim hayatlarımızda? Hiç aşık olduk mu düşünmeden? Hayatta ‘’herşeye rağmen’’ sevebiliyor muyuz birini örneğin? Tüm hataları, tüm anlaşmazlıkları hatta tüm vurdumduymazlıkları ona ait bir renk olarak görüp dokunabildik mi o renklere? Ya da ‘’seni seviyorum’’un anlamını gerçekten biliyor muyuz?

Niye paylaşıyorsunuz demiyorum yanlış anlamayın, sadece düşünün diyorum, olmak istediğimiz, özendiğimiz, hedeflediğimiz insana ne kadar yakınız? Ya da olmak istediğimiz insan olma yolunda ne yapıyoruz sahiden? Yok sadece beğendim, paylaştım diyorsanız amenna, diyecek lafım yok. Ama bir şey katmak istiyorsaniz kendinize bir durup düşünün.

Ben uzun zamandır hoşça vakit geçiremediğim birine, dün gece geçirdiğimiz güzel saatlere teşekkür etmek için bu güzel sağlıklı havuçlu muffinleri pişirdim. Güzelce paketledim, kurdeleledim, yarin sabah ofisine göndereceğim. Sonra da facebookdaki statüme onu ne kadar özlediğimi yazacağım. Arkadaşım bu kalorisi düşük sağlıklı muffin ile hem karnını hem de aynalarda ruhunu doyuracak.

Sahi siz bugün bir sevdiğiniz için gerçekten ne yaptınız?

Havuçlu Muffin

3 yumurta
1 büyük çay bardağı üzüm pekmezi
2 yemek kaşığı esmer şeker
½ su bardağı zeytin yağ
3 yemek kaşığı yoğurt
2-5 su bardağı kepekli un
1 paket kabartma tozu
2 su bardağı rendelenmiş havuç
1 tatlı kaşığı tarçın
1 çay bardağı iri kırılmış ceviz.

Hazırlanışı

1-Fırının ısısını 180 dereceye getirin.
2-Şeker, pekmez ve yumurtayı iyice çırpın.
3-Yağ ve yoğurdu da ekleyerek çırpmaya devam edin
4-Tam buğday unu, kabarma tozu ve tarçını birlikte ekleyip karıştırın
5-Karışıma ceviz ve havucu ekleyerek karıştırın.
6-Muffin kalıbında 20-22 dakika dakika pişirin.
Devamı için tıklayın..

1.09.2010

Hoşgeldin Eylül











Eylül tam da Eylül gibi geldi bugün. Gece mışıl mışıl uyurken eşim uyandırdığında fırtına o kadar şiddetliydi ki her zaman yaptığım gibi elimde battaniyem ile salona gelemedim bu sefer. Acele ile balkondaki sehpa ve koltukları çektik geri, en önde olan fesleğenleri yağmurdan, rüzgârı sevmeyen camgüzellerini de yağmurdan korumak için bir köşeye çektik. Evdeki camları birer birer kapadık ve güzelce bir müzikle sonbahar tatili hayalleri ile içtik keyif sigaralarımızı. İşte dedim içimden, Eylül tam da Eylüle yakışır bir şekilde geldi…

Eylül bir sürü şeydir aslında; okullar Eylülde açılır mesela. Defter kitaplar, okul çantaları ve o gördükçe üçer beşer almak istediğim renkli su mataraları eylülde çıkar pazarlara. Yazlıklardan Eylülde dönülür örneğin. Dönüşe birkaç hafta kala azar azar gittikçe götürülür fazlalıklar kışlık eve, en son da kesin dönüş sabahı yazlık kapısı güzelce kilitlenir ve koca bir kalabalığa, büyük şehre doğru yolculuk başlar. Sonra incir ile çekirdeksiz üzüm Eylülde çıkar raflara, yazın tüm enerjisini, güneşin en sarısını içinde biriktirerek olgunlaşırlar, tüm yazı bir lokmada tattırırlar sanki bize.

Eylüldür bize çook sıcak geçmiş bir yazdan sonra ilk kez tarhana çorbası pişirme isteği uyandıran, dolaplara kalkan ve sıcaklığı ile yumuşaklığını bize özleten battaniyelerimize kavuşturan. Lahana çıksa da acılı kapuska yemeğine ekmek bansak dedirten, Sezen Aksu dinleten, yazı yazdıran, şiir okutan.

İşte tüm bu duygularla yaşıyorum Eylülün bu ilk ve çok güzel gününü. Dün anlattığım berjerimde, hemen yanında duran üst tarafını mini bir kitaplığa çevirdiğim şaraplığıma yudumladığım kahvemi koyarak, tatil planları yaparak ve üşümenin o çok özlediğimiz tadını çıkararak.… Balkonumdaki demirlere çarpıp sıçrayan yağmur damlalarının fotoğrafını çekiyor, azıcık ıslanıp içeri giriyorum. İyiki geldin Eylül, bu sene kendini çok özlettin, hemen gitme olur mu? Hemen teslim etme kendini pastırma yazına.. birkaç gün serinlet mutlu et bizi!
Devamı için tıklayın..