30.07.2007

Mutfakta annem


Her sene Haziran Temmuz ve Ağustos aylarında 1 er haftayı annemle birlikte geçiririz. Ben işten izin alıp yazlığa, annemin yanına giderim. Haziran ayındaki birliktelik annemin daha yazlığa yeni yerleşmesindeki telaşın aidiyet duygusu ile birleşmesinden ötürü yavan, ağustos ayındaki ise geri dönüşün yaklaşmasından ötürü huzursuz geçtiğinden en çok keyfi temmuz ayındaki tatilimizden alırız.

Birlikte geçirdiğimiz bu on günde gündüzlerimiz uzun kahvaltılara eklenen ikinci kahvelerle bitmesini istemediğim sohbetler eşliğinde başlar. Güneşin tehlikeli saatlerinin son bulması ile yüzme, akşamüzeri banyosundan sonra hafif birer içki ve gece de ruh halimize göre çaldığımız müzikler ile son bulur. Havanın kapalı olduğu zamanlarda yaptığımız gezintiler, uzun zamandır görmediğimiz dostlarımıza ziyaretlerimiz, bazen hiçbir şey yapmadan sadece kitap okuyarak akıttığımız sakin zaman. Ama bunların hiçbiri şey anneme mutfağa girip börek ve kısır yapmamızdan daha çok keyif veremedi bana. Evliyken ya da bekârken, annem mutfakta iken onu izlemenin bana verdiği huzur hiç değişmedi. Boyum tezgâha yetişmiyor diye taburenin üzerine çıkarak annemin yıkadığı bulaşığa yardım etmeye çalıştığım günlerden tutun da, dün, bugün mutfakta sadece domates bile kesse, annemi izlemek bana tarifi çok güç duygular yaşatıyor. Annemin böreği, üzümlü kurabiyesi, yumurtalı ekmeği, hatta ekmek arasına koyduğu peyniri… Mutfakta annem…

Dün, yani tam da temmuz ayı içerisinde, hayatın bu sene annemle vakit geçirmeme izin vermediği günlerin, su gibi akıp da beni yine karmakarışık günlere sürüklediği akşamüzeri vakitlerinde, mutfakta annemi gördükten sonra, bu vakitleri yazmak istedim. Burnuma annemin üzeri nar gibi kızaran böreğinin kokusu geldiğinde gözlerim tam da fırına dikilmiş düşüncelerimi birbiri ile pekiştiriyordu. Bu aralar anneme ne zaman baksam, akıp giden zamanın getirdiklerinin sadece ve sadece ikimizin vaktinden çaldığını düşünüyor ve paniğe kapılıyorum. Belki yıllardır onunla geçirmeye alışık olduğum haftaları geçiremediğim için, belki de ben bu aralar çok stresli olduğum için bilinmez… Ama kendimle baş başa kalamayışım, her bir dakika bir şeyler çözmek zorunda oluşum ve belki de sona yaklaşmanın verdiği insani gevşeme bana bu özel duyguları kaleme döktürmeye, o nar gibi kızaran böreği görebilecek kadar güzel anlatımlar sunmaya izin vermiyor.

Saatlerce yüzdükten sonra gölgede ve kumların üzerinde uyuyakalmak isteyen yorgun tatilciler gibiyim. O yüzden bu fırında yaptığım karidesi, bu sefer anlatmadan sunabiliyorum size,

Malzemeler,

Yarım kilo dondurulmuş karides
1 litre kaynamış su
2 adet domates
1 adet orta boy soğan
2 yemek kaşığı erimiş tereyağı
Pul biber
4 yemek kaşığı rendelenmiş kaşar peyniri

Hazırlanışı;

1-Fırının ısısını 170 dereceye getirin.
2-Kaynamış suya karidesleri atıp 2 dakika haşlayın. Ardından karidesleri bir kevgir yardımı ile sularını iyice süzdürüp sudan alın.
3–2 adet güveç kabına yemeklik doğramış soğan, küp doğranmış domates ekleyin.
4-Karidesleri üzerine dizin.
5-Pul biber, eritilmiş tereyağı ve tuz ekleyin ve üzerini folyo ile kapatın
6–170 derecede 20 dakika pişirin.
7-Folyoyu açıp, rendelenmiş kaşarları ekleyip 10 dakika daha pişirin.
Devamı için tıklayın..

22.07.2007

Pazar Yemeği


Hafta içi ne zaman banyo yapmış olursak olalım, Pazar günleri muhakkak saltanat şeklinde temizlik günümüz olurdu. Annem cumartesi yıkadığı önlük ve yakarlımızı sabahtan kolalar ve ütülerdi. Ben en çok iri dantelli ve uzun beyaz yakamı sever, hep onun ütülenmesini keyifle izlerdim. Kolalandığı zaman da öyle güzel dururdu ki sormayın. Ardından annemin gözetiminde sırayla ayakkabılarımızı boyar, üzerinden bezle geçip bir güzel parlatırdık. O zamanlar günün belirli saatlerinde kısıtlı olarak şehir suyu akardı, ama apartmanımızda su deposu olduğu için biz çok da fazla hissetmezdik bu kesintileri. Yine de eğer sular birkaç günden beri kesik ve hafta sonu kalabalığına dayanamayan su deposu bitmiş ise Pazar günü sularımız kesik olabiliyordu. Bu zamanlarda ilk önce tırnaklar kesilir, ısıtılan sular ile el, ve ayaklar itina ile yıkanır, sabunlanan yüzlerimiz de önce ense ve boynumuz sonra alnımız kolonyalı mendillerle bir güzel silinirdi. Ama eğer sular kesik değil ise annem sıra ile önce ağabeyimi sonra da beni yıkardı. Eğer mevsimlerden kış ise banyodan hemen sonra saçlar gürül gürül yanan kaloriferin yanında taranır havlu ile sarılırdı. Zaten cumartesiden yapılmış ödevlerimiz bir güzel toplanır, koca sırt çantalarımıza yerleştirilir, mantolarımızın eteklerindeki çamurlar fırçalanır ve biz yeni okul haftası için hazır olurduk..

Bu temizlik zamanlarını tek kanallı televizyon dönemimizin yayın akış saati belirlerdi elbette ki. Hala cumartesi sabahları 09.30 da kalkıp izlediğim Şirinler, o zaman Pazar günleri saat 16.00 yayınlanırdır. Hemen arkasından Charles İş Başında başlardı. Ve biz bütün hafta bu saatleri beklediğimiz için yıkanma saatlerini kavga gürültü öne almak için savaşırdık. Annem de bu zevkimize özen gösterir 14.00–16.00 arası her şeyi halletmeye başlardı. Pazar günleri ardı ardına yayınlanan bu güzelim dizileri daha da güzelleştiren şey elbette yemek seçme özgürlüğümüz oluyordu. En sevdiğimiz TV programını en sevdiğimiz yemekle tamamlamak isteyen biz, Pazar günü TV karşısında yemek için en çok sucuklu yumurta ve salçalı sosis istiyorduk annemden. Annem ya işaret parmağımız ile gösterdiğimiz sucukları bir lokma ekmek ile sıyırıp ağzımıza verirdi, ya da her ikimize de en sevdiğimiz yemek yeri olan koltuklarımızda tepsi ile sosis yememize izin verirdi. Eğer anneme gösterdiği sucuğu diğerimize verdiğini iddia edersek, o yemek boyunca bir daha sucuk seçme hakkımız sona ererdi. Teflon tavaların olmadığı, yumurtaların sahanda piştiği o yıllarda, sahana yapışan yumurtayı ekmek ile kazımak ne zevkliydi.

Hala Pazar günleri TV’de herhangi bir kanalda Şirinler’e rastlarsam aklıma o günler, burnuma buram buram yumurta ve sosis kokusu geliyor. Hayatımda var olan problemlerin bir gün Pazar günleri yıkanma saatine karar vermek kadar basit olabileceği ve orda kalacağını ümit ederek uyanıyorum sabahları. İnsanın hayatta probleminin olmadığı gün ömrünün son günü olduğunu bilerek mucize beklemiyorum, ama kişisel terazimde huzurun ağır basacağı günlerin artık uzak da olmadığını görüyor ve düne göre az da olsa gülümseyebiliyorum.

Bu tebessümlerimi en çok kalıcı kılan şey de tabiî ki eskiye dair hatırladıklarımı yazarken burnuma gelen bir yemek kokusu, o yemeğin yapılışı, resminin çekilişi ve tabiî ki diğer geniş yürekli küçük kadınlar ile paylaşma dakikalarım oluyor. Pazar günkü temizlik günleri yolculuğum, bu seferlik seçim sebebi ile İstanbul’da kaldığımız bu hafta sonunda sıcaktan dolayı evde geçirdiğim bu Pazar günü sıkıntıdan onu şunu ve bunu temizlemekle geçti.Eşimin de benim de canımızın çok istemesi ile sosiste son buldu. Bir dahaki Pazar anısında da sucuklu yumurta hayali ile TV’de Şirinler’i arıyor olacağım…

Malzemeler;

250 gr sosis
2 yemek kaşığı zeytinyağı
1 tepeleme yemek kaşığı salça
1 yemek kaşığı kekik
1 litre kaynamış su
Tuz

Hazırlanışı;

1-Sosisleri dilimleyin.
2-Zeytinyağında salçayı kavurun.
3-Dilimlenmiş sosisleri ekleyip kavurmaya devam edin.
4-Kaynamış su, kekik ve tuzu ekleyip kapağını kapatarak 15-20 dakika pişirin.
Devamı için tıklayın..

17.07.2007

Özel Şeyler



Bir hediye almayalı çok, postadan bir kart almayalı ise hediyeden daha da çok zaman olmuş. Hayat bazen alışkanlıklarımızın yerine başka alışkanlıklar koyarak özelimizi değiştiriyor, bazen de dertlerinden dolayı bu özeli unutturuyor. Hatta daha da ileri gideyim, hayat bu ‘’özel’’ denen şeyi yok edebiliyor. Bizi biz yapan ve başkasında olmayan her şey zamanla aynı noktada birleşip standartlaşıyor sanki. Aynen ilk evlendiklerinde birbirlerine yastığın yanına not bırakan, ama 30 yıl sonra birbirlerine sadece seslenen evliliklere ait çiftler gibi. Hangimizin annelerimizin gibi özendiği, sayfalarında un ve kakao olan yemek defterleri, ya da babalarımızınki gibi fotoğraf makinesi koleksiyonu var ki? Trafikte geçirilen süre, evlerimizde geçirdiği süreleri kısalttığı için, evlerimizi artık sadece barınma amaçlı kullanıyoruz. Oysa dün balkonunda gazete okuyan amcanın dirseğini dayadığı kare masanın üzerinde bembeyaz dantel bir örtü ve vazoda taze mor çiçekler gördüm. Bu portre İstanbul’a aitti oysa ama benim balkonuma ait değil…

Geçen yıllardan birinde bir köşe yazısında çocuğu, arkadaşının annesinin evinde zeytinyağlı dolma görüp annesinden istediği, ama annesinin zeytinyağlı dolma pişirmeyi bırakın, muhteviyatında ne olduğunu bilmediği için kendini kahredip, ertesi hafta işinden istifa edip evine ve çocuğuna yoğunlaşan bir annenin öyküsünü okumuş ve çokça zaman düşünmüştüm. Hayatı siyah beyazken eline aldığı fırça ile pembeye, kırmızıya, yeşile boyayan biz kadınlar, bu güzel değerlerimizi, kadınlığımızı ve anneliğimizi kaybetmemek için işte o sadece barınmak için vaktimizin olduğu evlerimizi güzelleştirmeye çalışmak için bazen uykumuzdan, bazen de özel anlarımızdan çalıyoruz. Ama ne yaparsak yapalım işyerlerimizde ürettiklerimizin tüketiminde bulunamayacak kadar zamansız insanlar haline geliyoruz. Bu zamansızlık bazen ardı ardına sulayamadığımız bir çiçeğimizin kurumasına bazen de postadan 10 yıldır almadığı bir kartpostala bu kadar duygulanıp yazmaya kadar varabiliyor.

Selen ona gönderdiğim dergiye teşekkür etmek için bana kendi boyundan daha tatlı kurabiyeler hazırlamış. Bu kurabiyeleri hazırlamakla da kalmamış onları bir güzel süslemiş, itina ile sarmış sarmalamış, ekine de hediyeden daha çok etkilendiğim güzelim bir kartpostala kendi ‘’el yazısı’’ ile notunu yazmış ve bana göndermiş.

Birlikte büyüdüğüm insanların beni anlamadığı, birçoğunun hayatımdan çıktığı, yanımda olanların kendilerini ahir dünyanın koşuşturmacasına düşürüp, beni dünyanın sonuna kadar hayatlarında tutacağı garantilerini kendilerinde olduğunu sandığı, geri kalanların ise tarafımca figüran kategorisine konduğu bana ait dünyamda, sesini bile duymadığım bir küçük kadının, benim için bir şeyler yapmış olması içinde bulunduğum kalabalık yalnızlığa bu derece yakışamazdı. Anlatmadan anlaşılmak herhalde buna deniyor…

Şimdi ben bu sıcak yaz akşamında, daha önce de anlattığım terapilerin fikir babası olan eşim ile yaptığım terapilere, uzun zamandan sonra bir yenisini eklemek istiyorum. Bugün içimde açılan eski defterlerin konuşulacağı bu uzuuun terapi gecesinde de sadece mantarlı risotto ve buz gibi beyaz şarap olsun, bir de omzumda beyaz bir tül uçuşsun istiyorum.

Not: 1-Tarifin orjinalinde 3 su bardağı su var, ama ben 3. bardağı da ekleyip çektirdikten sonra tarifteki 1 bardak beyaz şarabı eklemediğim için 4. bardağa gerek duydum. Siz şarap eklemek istiyorsanız suyu azaltabilirsiniz.

Malzemeler;

2 yemek kaşığı zeytinyağı
2 yemek kaşığı tereyağ
1 küçük kuru soğan
1 diş sarımsak
10–12 adet orta boy mantar
1 su bardağı risotto pirinci (bulamazsanız kırık pirinç)
4 su bardağı etsuyu ya da 4 su bardağı sıcak suda etsu bulyon eritebilirsiniz.
1 tatlı kaşığı nane
1 tatlı kaşığı tuz
2 yemek kaşığı toz parmesan peyniri
Taze çekilmiş karabiber

Hazırlanışı;

1-Genişçe bir pilav tenceresinde zeytinyağı ve tereyağında rendelenmiş soğan ve sarımsağı kavurun.
2-Temizleyip dilimlediğiniz mantarları ekleyip 5–6 dakika daha kavurun.
3-Pirinci ekleyip 5–6 dakika daha kavurun.
4–4 su bardağı sıcak etsuyu 4 seferde ekleyin. Önce ¼’ ünü ekleyip kavurarak pirince çektirin. Bu işlemi 4 seferde tamamlayın.
5-En son nane, tuz ve 1 yemek kaşığı daha ekleyip 1-2 kez daha çevirin
6-Sıcakken 1 yemek kaşığı parmesan ve karabiber ile servis edin.
Devamı için tıklayın..

13.07.2007

Beyaz Külahlı Dondurma


Benim çocukluğumda dondurma demek yaz tatili demekti. Çünkü o zamanlar marketlerde satılan hazır dondurmalardan yoktu. Yaz gelince dondurmacılar ve pastaneler dondurma bölümlerini açardı ve biz bütün kış dondurma yemek için bu anı beklerdik. Sarı altın rengi bir makinenin karıştırdığı dondurmayı 2 çeşit külah ile bizlere sunardı. Büyükler koyu kahverengi olan ‘’kornet’’ külah ile dondurmalarını yer, biz küçükler ise normal beyaz külahta yerdik. Çünkü altı yarısından kesik bu beyaz külahlar kornetten daha az dondurma alırdı. Zaten yaşımıza göre de dondurma toplarında hak sayımız vardı. İlk zamanlar 2, sonraları 3 top, iyice büyüyünce de kornete geçip sınıf atlardık.

Bu büyük dondurmalar şimdilerdeki gibi camın arkasında satılmaz, kocaman kalın gri kapakların altında dururdu ve satıcı her bir kapağı sırayla açıp dondurmaları gösterirdi. Hoş zaten çikolatalı, vanilyalı ve karamelli dondurmanın yanında bir de vişneli ve limonlu dondurma varsa orası ünlü bir yer olurdu. Dondurmalar külaha aynı resimlerdeki gibi top top ve üst üste konulurdu ve eğer 2 top hakkımız kadar yaşımız küçük ise bir tarafını yalarken diğer tarafı üzerimize akmasın diye annelerimiz tarafından önce bir şekle çekilir sonra bize sunulurdu.

Bu dondurmaların en güzel tarafı külaha konduktan sonra önce o sadece dondurmacılara has çikolata sosuna, sonra fındığa en son da fıstığa batırılmaları idi. Çikolata sosu dondurmanın üzerinde kısa zamanda donar ve çıtır çıtır ince tabaka bir çikolataya dönüşürdü.

Bazı yaz akşamları yürüyüş sonunda yenen dondurmalarda büyükler servis ile dondurma yeseler de biz küçükler hep külah ile isterdik. Çünkü asıl üstteki dondurma yendikten sonra külahın en altını ısırıp geri kalan dondurmayı oradan içimize çekmek bize büyük bir oyun haline gelirdi. İşte bize de bu keyfi Mayıs ayında çıkıp Eylül sonunda kaybolan dondurmacılardan sadece mevsimlik olarak tadardık. Çünkü o zamanlar dondurma soğukta yenmesi asla mümkün olmayan bir şeydi.

Ben bu yaz tatile çıkamıyorum. Tatilden öte her yaz ayda 1 hafta gelerek her bir köşesinde kaybettiğim ayrı bir benle karşılaştığım annemin yanına da gelemiyorum. O yüzden bu sene sadece hafızamdaki asla kaybetmediğim çocukluğum ile beraberim ve yine çocukluğumun olmadık yerlerini daldan dala atlayarak gezip, bu etkinlik için tam da mevsimine yakışan bir tarif olan Limonlu Dondurma’yı denedim. Bu dondurma ekşi ekşi ve sorbe gibi olan limonlu dondurmadan çok limon aromalı vanilyalı dondurma gibi oldu, bu yüzden benim bile hoşuma gitti.

Malzemeler,

2 su bardağı süt
1 tatlı kaşığı vanilya
4 yumurta sarısı
1 su bardağı şeker
1 paket krema
1 limonun suyu
1 limonun rendelenmiş kabuğu

Hazırlanışı;

1–2 bardak süt ve vanilyayı bir tencerede kaynayana kadar karıştırın.
2-Kaynayan sütü ocaktan alıp tel süzgeçten başka bir kaba aktarın, limon suyu ve limon kabuğu rendesini de ekleyip ılıtın.
3-Sütü boşalttığınız tencerede yumurta ile şekeri krema kıvamına gelene kadar çırpın.
4- Ilık sütü yumurtalı karışıma azar azar ekleyin ve çırpın.
5-Büyükçe bir tencereye su koyup, karışımın bulunduğu tencereyi içine benmari usulü oturtun ve yavaş yavaş karıştırın. Kaynatmamaya özen gösterin ve krema kıvamına gelince ocaktan alın.
6-Ara ara karıştırarak soğutun.
7-Kremayı karışıma ekleyip iyice çırpın ve bu karışımı buzluğa koyun.
8-30 dakika sonra karışımı cam bir kaseye alıp tekrar buzluğa koyun.
9- Dondurma kıvamına gelene kadar her 20 dakikada bir buzluktan çıkarıp, karıştırıp tekrar buzluğa koyun.
10-Eğer benim gibi limon içinde servis etmek istiyorsanız da limonların içini oyup, servis etmeden önce 10 dakika buzlukta bekletmeniz yeterli.
Devamı için tıklayın..

10.07.2007

Büyülü Şehir Paris..



Büyülü şehir Paris... Bundan sonraki anılarımın arasına en güzel şekilde ekleneceksin birazdan. Seninle sadece 24 saat sürecek olan yolculuğuma tıpkı yıllardır rüyalarımda gördüğüm gibi yerden bilmem kaç metre yüksekliğindeki uçakta alçalırken tanıştım bile. Fakat havaalanından şehir merkezine yerin altından süren yaklaşık 1 saatlik sabırsız yolculuğumdan sonra sonunda seni yakından göreceğim. Bu çıkış kapısının ardındasın ve sana âşık bu kaçıncı ziyaretçini karşılamaya hazır mısın? Ben seni kaç ayrı şekilde, kaç ayrı renkte düşledim, peki sen beni tanıyor musun?

Çocukluğumdan beri sayısını hep ezberlemeye çalıştığım kestane ağaçları ile süslü Champs-Elysees. Arkamda L'arc De Triomphe, gözlerimin önünde ise sen... Ve sen Eyfel Kulesi. Kafamı sağa çevirsem herhangi iki apartman arasından bana göz kırpacaksın biliyorum.. Ama o kadar yıl seninle tanışmayı arzu ettim ki, hangi özel anda seni görsem de ömür boyu anlatsam, heyecandan bakamıyorum bile. Noel arifesinde burada bulunduğum için çok şanslıyım, çünkü sen çok özel bir gece için aylar önceden hazırlanmaya başlamış bir kadın gibisin süslerinde... 5 km sonra varacak olduğum kocaman dönme dolap da boynuna taktığın bir gerdanlık gibi.. Ah Paris... Birazdan o dönme dolabın en tepesinden seni göreceğim ışıklarından yanan bir şehir gibi. Ve sen bu parmaklarımı uyuşturan ayazda ışıklarınla içimi sımsıcak edeceksin biliyorum...

Kaçımız Paris'in sokaklarında gece yarısında tek başımıza yürümenin hayalini kurmadık ki? Sağımızda Seine nehri solumuzda Eyfel kulesi, bu güzelliği, bu büyüyü algılayabilmek için insanın zihninin gerçekten boşaltılmış olması gerekiyor. Birazdan Seine nehri üzerinde inşa edilmiş en eski köprülerden biri olan Pont-Neuf köprüsünün yanından geçeceğim. Paris'in ayakta kalmış en eski köprüsü olan bu köprünün süslemelerinin Istanbul'da Hipodromdan getirildiğini bir belgeselde dinlemiştim. Ama zihnimdeki tüm bu bağlantıları unutup, bir Aralık akşamı ayazını bu sefer Paris kokusunda duymak istiyorum. Gittikçe hızlanan adımlarım, artık Eyfel’in yanına gitmek için sabırsızlanan kalbimin bir yansıması...

Eyfeli bir gelin gibi süslemişler sanki. Sandığımdan çok daha büyük olan bu kule, bence insanoğlunun dünya gözü ile görebileceği en romantik ''şey'' lerden bir tanesi. Üzerindeki ışıkları gözlerimi kamaştırırken, Eyfel arada sırada sanki binlerce parlak yıldız üzerine düşüp teker teker sönüyormuş gibi ışıldıyordu. Eyfel kulesinin kaç değişik resmini gördüm biriktirdim bilmiyorum,.Gece çok geç bir saat olduğu için çok şanslıyım çünkü etrafta benden başka kimsecikler yok ve ben, tam altındaki bir bankta ''keşke elimde sıcak bir kahve olsaydı'' diye düşünerek rahat rahat sessiz dakikalar geçirebildim.

Uçaktan indiğimden bu yana sokakta olduğumdan artık otele dönmenin zamanı oldu diye düşünürken, zamanım çok kısıtlı olduğu için Paris'in ''sabaha karşı'''sında Bordeoux şarabı içmeden uyuyamayacağıma karar verdim. Eyfelden Champs-Elysees 'e dek bu süslü şehirde adım adım yürüyerek sonunda güzel bir bara vardım. Pariste İngilizce konuşmamak için savaş veren şehirlilere inat, çok yardımcı olan garson sayesinde artık şarabım elimde, o kalabalık caddenin terkedilmiş saatlerini huzur içinde geçiriyorum.

Vakit kaybetmemek için saatimi 07:00 ye kurdum, fakat uyanıp camdan dışarı baktığımda hava gökyüzündeki yıldızları tek tek sayacak kadar karanlıktı. Sabah erken saatte işyerine varmak zorunda olan Parislileri düşünüp üzülerek 1 saat kadar bekledim. Fakat dayanamayıp 08:00 gibi dışarı çıktım. İlk durağımız muhteşem Paris manzarası ile Sacre-Coeur. Bu bazilika hem doğal beyazlığı hem de Paris in en yüksek noktası olma özelliğinden dolayı manzarası için görülmeye değer. Bu bazilikanın çiziminde bir Müslüman mühendisin bulunduğunu duymuştum. Gerçekten de doğu etkilerinin bulunduğu bir yapı bence. Ama ben ne yazık ki içini gezemeden, ve etrafında çok vakit geçiremeden hatta yeraltı treni kullanarak ikinci hedefim olan Opera binasına doğru yola çıkıyorum.

Ve her alışveriş tutkununun hayallerini süsleyen Galaries Lafayette. Birbirine bağlı 2 ve ayrı 1 olmak üzere toplam 3 binadan oluşan bu alışveriş merkezi tarihi çizgileri modern alışveriş kültürü ile birleştirmiş. Tam ortasında süslenmiş olan ağaç da şu ana kadar gördüğüm en zarif ağaç oldu. Ama yine vakit darlığı sebebi ile şöyle kısa bir turdan bir sonraki durağımıza geçiyoruz.

Louvre Müzesi'nin girişinde bulunan Arc de Triomphe du Carrousel i Eyfel ile birlikte olan bir fotoğrafını çektim. Birbirinden 5 er km lik uzaklıkta aynı cadde üzerinde bulunan Grand Arc, Arc de Triomphe ve Arc de Triomphe du Carrousel açık havada bu kapıdan bakıldığında iç içe görünebiliyorlar. Fakat ben sadece çektiğim kamera görüntülerinde bu manzaranın birazına sahip olabildim. Yinede bu kapıdan baktığımda karşımda Arc de Triomphe solumda Eyfel kulesi arkamda ise bir arada görmeyi hayal bile edemeyeceğim kadar çok eseri barındıran Louvre Müzesi'nin olduğunu bilmek beni fazlası ile heyecanlandırdı.

Yüzyıllar önce özenle sunulmuş emeğin ta karşısında olmak, bu denli gerçek olmak muhteşem birşey. Dünya sanat tarihinin çok önemli eserlerini bir arada bulunduran bu büyük müze gerçekten de görülmesi gereken bir yer. İçindeki eserleri, eserlere yakışır ihtişamlı binası, eserlerin gruplara göre ayrılışındaki düzen ve kolaylık ile sunumlarındaki özen burayı özel kılan en önemli nedenlerden. Ama yine vakit kısıtlı olduğu için sadece seçtiğim 3 eser ve bu 3 eseri bulabilmek için dolaşırken görebildiklerimle yetinmek zorunda kaldım. Ve Louvre ile ileride sadece buraya saatler değil günler ayırmak üzere vedalaştım.

Bir sonraki durağım Eyfel'e çıkış. Ayazda 1 saat kadar sıra bekledikten sonra çok üşüdüğüm için asansör ile çıkılan 3. kattan vazgeçip yürüyerek çıkılan 1. kat için küçük sıraya girip biletimi aldım. Fakat ben ünlü yazar Maupassant in aksine Eyfelde olmaktan hiç hoşlanmadım. Maupassant Eyfel kulesini hiç sevmediğini söylemesine rağmen öğle yemelerini hep kuledeki restaurantta yiyordu. Bunun açıklamasını da ''Kulenin gözükmediği tek yer orası'' olarak yapıyordu. Fakat ben Maupassant aksine bu kulede olmayı hiç sevmedim. Çünkü bence birçok kişinin demir yığını tarifinin aksine bu zarif kuleyi göremeyeceğim bir yerde olma hissi beni boğdu. Çünkü Paris sokaklarında dolaşırken sokak aralarında gökyüzüne bakıp bu kuleyi aramak ve uzakta olsa bile bulup görmek bence şehrin tamamlayıcı bir unsuru.
Sırada 1239 yılında IX. Louis'in İsa'nın Dikenli tacını çıplak ayakla taşıdığı Notre Dame Kilisesi var. Bunca törene ve ayine neredeyse bin yıldır şahitlik ettiği bu yapıda insanın tüylerinin diken diken olmaması içten değil. Dinsel ibadetlerini yapmak için bu denli görkemli bir yapıda bulunan insanlara imrenerek baktım, ve kendim için de bu tarz bir dilekte bulundum.

Paris hakkında okuduğum notlardan biri beni çok şaşırtmıştı. Napoyonun yeğeni olan Houssman şehre vali olduktan sonra cumhuriyetçilerin Napolyona karşı Paris'in dar sokaklarında kurdukları barikatlar ve yaptıkları eylemlere engel olmak için 20 yıl içerisinde şehri yıkıp yeniden ve Nepolyon dönemindeki ihtişamı yansıtacak şekilde inşa etmiş. Bu geniş caddeler üzerindeki ihtişamlı binalarda bir günbatımı izlerken ve birazdan şehre veda edecekken, bu şehrin ne denli bir devri yansıttığını bir kez daha düşünüp tarihin eski sayfalarında dolanıp duruyorum.

Paris; Büyülü şehir... Sen okuduklarımdan, düşlediklerimden, dinlediklerimden daha güzelmişsin!

Ve sen Paris; sana veda etmeden az önce oturduğum bir cafede yediğim Creme Brulee gibi tadın damağımda kaldı!

(Yıllarca hayalini kurduğum bu büyülü şehre geçtiğimiz christmas arefesinde kavuşmuş ve hemen ardından da bu yazıyı yazmıştım. Paris’den döndüğümden beri de Creme Brulee yapmak ve bu yazıyı yayınlamayı istiyordum. Nereye tatile gitmek istiyorsun sorusuna şu an bile bu sıcak havaya ve bir sürü insana inat Paris diyeceğim, Paris özlediğim, Paris yazmak, Paris okumak istediğim şu günlerde kalktım Creme Brule yaptım. Önceki hayatında Paris’de yaşadığına, belinde sımsıkı kuşağı olan mantosu ve elinde şemsiyesi ile çıktığı bir sonbahar öğleden sonrası gezintisinde, hep Eyfel’e karşı hep aynı espressoyu içtiğine, hep aynı croisant’i yediğine inanan bu kadının elinden çıkan Creme Brülee’de aynı Notre Dame meydanındaki kadar lezzetli oldu bence!)

Malzemeler;
4 adet yumurtanın sarısı
½ su bardağı şeker
1,5 paket krema
2 paket şekerli vanilya
4 tatlı kaşığı esmer şeker

Hazırlanışı,
1-Fırın ısısını 160 dereceye getirin.
2-Yumurta sarılarını iyice çırpın. Ardından şekeri ekleyip şeker eriyene kadar çırpın.
3-Krema ve vanilyayı da ekleyip en yüksek devirde 5 dakika kadar çırpın.
4-Isıya dayanıklı 4 adet fırın kabına Creme Brulee’yi paylaştırın.
5-Kapları fırın tepsisine koyu, tepsinin içine 1 su bardağı su ekleyin.
6-160 derecede 50 dakika pişirin.
7-Ardından oda sıcaklığında 1 saat, buzdolabında da 3 ssat olmak üzere toplam 4 saat bekletin.
8-Servis yapacağınız zaman her bir servise 1 tatlı kaşığı esmer şeker ekleyip fırının en üst rafında şekerleri karamelize etmek için yaktırın.
9-Ilıkken servis edin.
Devamı için tıklayın..

2.07.2007

Özlem


Gün olurda belki bir gün benden bıkarsan
Gün gelirde hani bu evden çıkıp gidersen
Bir başka âlem seni benden alırsa
Bir başkasına olur da âşık olursan
Sanma ki senden, senin uğruna verdiklerimden
Geriye bir şey isterim sen ayrılırken
Sanma ki senin için yaptıklarımın hesabı sorulacaktır senden

Beni benimle bırak giderken
Başka bir şey istemem ayrılırken
Bana bir tek beni bırak ne olur
Gerisi senin olsun.


Ne gözümü kapattığım anlarda özendiğim koca gemilerin içindeki mutluluk, ne de her bir anımı dilediğimce özgürce yaşayabileceğim ebedi rahatlık. Bir tek sen lazımsın bana, bir tek senin sıcaklığın..

Çok zaman oldu gideli, nerdesin? Sen gittiğinde ilk zaman kafamı kaldıramadım yataklardan. Ne çalışıp hayatımı kazanmak geldi içimden, ne de dinlemek sen getirme ihtimali olan şarkıları. Bitkisel bir hayatta, gördüğüm gözlerimden ibaret yaşadım bir ölü gibi. Ne sensiz yapabildim ben yokluğunda, ne de başka şeylerde seni bulabildim. Sen bir tek sende varsın biliyorum, ne bir çocuğun gözleri verebiliyor senin bana verdiğin aşkı, ne de doğaya merhaba diyen papatyalar. Bir sen beni ben yaptın bu karmakarışık ruhumda. Önce sesin, sonra o derin dinginliğin. Ama alışmak istemiyorum yokluğuna, sensizlik bana ait bir şey olsun istemiyorum gel artık. Gel de gönlüm sevinsin, yazın bile üşüyen ellerim huzur bulsun sıcaklığında.

Beni engin denizlere götür ilkin. Önümüzde varamadığımız lacivert ufuk çizgisi, arkamıza hiç bakmayalım. Dört bir tarafımız deniz, esen rüzgar bıraktığın gibi deli bir poyraz, uzaktan usul usul gelen nihavent bir ezginin yarım yamalak tınısı, önce kavuşmanın heyecanıyla uzun uzun ağlayalım. Ne olur bana bir şey sorma, ben en çok seni yeniden bulduğumda ağlamanın hayalini kurdum. Bırak beni önde denizin tuzunu içime çekeyim ağır ağır, sonra saatlere ağlayayım, bırak ki anlatacaklarım değil gözlerim versin sana yokluğundaki acılarımı. Sonra al beni ıssız adalara götür. Çok düştüm kalktım ben aşkın olmadan, ne olur şifalı ellerinle uzun uzun iyileştir yaralarımı. En çok da gözlerime değsin narin ellerin, en çok da mavi gözlerimi dindir ne olur. Göreceksin ki terk ettiğin o dimdik kadın çok eğildi yokluğunda, ama ben bilirim ki beni ben yapan sendin zaten, ben seni bir kez koklasam içime çeksem dünyaları yıkan o güçlü kadın olurum yine, neredeysen, ne olursan olsun sen yeter ki gel.

Al elimden geceler boyu gördüğüm bütün kâbusları, bitmek bilmeyen, o koşuşturmacalarda, kaybolduğum dar sokaklarda, sen diye yalvardığım karanlık gecelerde, hep yarın geleceksin diye uyudum. Bu gece son sensizlik gecem, yarın çalacaksın kapımı, ellerinde taze papatyalar, ben bir demlik çay ile karşılayacağım seni diye. Ama gelmedin. Her kapıyı sen diye açtım nefes nefese.. Ama ne ettim de beni terk edip gittin? Ne ettim de bitmedi b sensizlik cezam benim?

Benden sonra çok kişiyi sevdin biliyorum. En çok da elimden alıp götürdüğün şeylere sahip olanları kıskandım. Ama sana sevgim hiç nefrete dönüşmedi inan. Yine seviyorum seni ik günkü gibi, yine muhtacım sana nefes kadar…

Adım gibi ezberledim bıraktığım şarkıyı çok zamandır, gel de kapat artık sesini, gel ki bu leziz melodi kulaklarımda ayrılık şarkısı olarak kalmasın.

Ellerimde, gözlerimde ben olan, sensiz yataklara düştüğüm ey huzur. Gel artık gönlüm şenlensin. Gel de soframa bereket getir, lezzet getir yüreğimin dostu huzur, gel ki serin bir kadeh beyaz şarap eşliğinde yediğim bu güzelim yemeklerim bana şenlik olsun.

(Not: Resimde gördüğünüz patlıcanlı başlangıcı çok yerde yedim ve evde defalarca denedim. Ama en son geçen akşam yemeğinde sosunun domates değil kırmızıbiber olduğunu keşfeden kırmızıbiber sevmeyen eşim ve işinde kekik olduğunu fark eden abim sayesinde tarif sonunda oturdu. Yediğim tarifte patlıcanlar kızartılarak yapılıyor, fakat bizim evde mecbur olmadıkça kızartma yapılmadığından ben ızgara ile yaptım, pişman mıyım? Evet! Siz kızartarak yapın yanında da mutlaka buz gibi beyaz şarap tüketin.)

Malzemeler;


3 adet patlıcan
6 adet kırmızıbiber
50 gr kadar mozerella peyniri
2 adet domates
1 diş sarımsak
Kekik
Tuz
Zeytinyağı

Hazırlanışı;
1-Fırın ısınızı 200 dereceye getirin.
2-Patlıcanları alacalı soyup boyuna ince dilimler halinde dilimleyin ve tuzlu suya koyun.
3-Kırmızıbiberleri fırınlayın, közleyin ya da buharda pişirin. Ben buharda 20 dakika pişirdim tam kıvamındaydı
4-Patlıcanları kızgın yağda kızartıp, peçete üzerinde yağlarını çektirin.
5-Kırmızıbiber, sarımsak ve domatesi rondoda püre oluncaya kadar çevirin.
6-Sosa tuz ve 1 çay kaşığı kadar kekik ekleyip tencereye koyup bir taşım kaynatın.
7-Patlıcanların en başına mozerella peyniri koyup rulo halinde sarın ve fırın tepsisine yerleştirin.
8-Üzerine biberli sostan döküp 200 derecede 10–15 dakika pişirin.
9-Ilıkken servis yapın.
Devamı için tıklayın..