30.04.2007

Kocaman, meyve dolu, yüksek ağaçlar...



Hafta sonu Karadeniz’in bizim eve yaklaşık 1 saat uzaklıktaki bir sahiline gittik. Canımız bolca resim çekmek, bir de tabi denizin o muhteşem sesi ile ruhumuzu dinlendirmek istiyordu. Deniz kenarına gidilen birbirinden farklı her yolculukta en heyecanlandığım yer sabırla çıkılan tepeleri inmeye başladığım an görünen maviliktir. Her adımda daha çok genzime dolan poyraz kokusu, işte kıyısına vardığım an deniz tuzu kokusu ile birleşir. Yine böyle bir yolculuğun en sonuna vardığımızda arabayı toprak yolda durdurup etrafın birkaç fotoğrafını çekerken birden ‘’Abiii siz napıyorsunuz’’ diye bir ses duyduk. Etrafta çoluk çocuk göremediğimizden ilk başta biraz şaşırdık ama sonra fark ettik ki ses ağaçtan geliyordu. 3 tane küçük çocuk ağacın ayrı ayrı dallarına tırmanmışlar, ellerinde bir şeyler yiyip gülüşüyorlar. Biz onlara fotoğraf çektiğimizi söylediğimizde de ‘’Ablaa bizi de çeksene’’ dediler ve resimleri çekerken de gördüğünüz üzere üçü de ayrı ayrı poz verdiler.



Kocaman ağacın dallarında elma gibi duran bu çocukların fotoğraflarını çekerken çıkardıkları kıkırdamaları hala kulaklarımdan gitmedi. Genişçe bir caddenin üzerinde çok daireli kalabalık bir apartmanda doğa ile tanıştığım ender anlar havanın güzel olduğu ilkbahar günlerinde arka balkona kadar uzanan ayva ağacının beyaz açan bahar çiçekleriydi. Annemin beni gezdirdiği ya da yaz tatillerindeki toprak çimen kaynaşmasının ardında kalan doğan alanım işte bu balkondu. Süt dişlerim döküldüğünde diş perisinin bana yeni diş getirmesi için dişimi annemle birlikte attığımız küçük evin çatısı, baloncuğum bittiğinde bulamadığımız için annemim pril dolu bir kâseye batırıp üfleyerek balon çıkardığı tahta çamaşır mandalının kocaman balonları, bayatlayan ama tüketilemeyen ekmek kırıntılarını ıslatıp kuşlara serpiştirdiğim demir mazgallar, hepsi bu ayva ağacının çevresinde gelişti. Oysa ben bu ayva ağacını seyretmekten çok, ona tırmanıp meyvesini yemek istemiştim.

Her ne kadar bu ayva ağacına tırmanamam da ilerleyen yıllarda daha çok ağaç ile tanıştım. En fazla 5-6 yaşında iken yazları Karamürsel’de bir sahilde yaşayan babaannemin beni götürdüğü köyde kiraz toplama zamanı kiraz ağaçlarına tırmanmıştım. O zamanlar köydeki kızların sırtlarında kocaman sepetleri ve başlarında rengârenk yazmalı örtüleri ile kiraz ağaçlarına çıkar ve meyveleri toplayıp sepetlerine koyarlardı. Ben onlara çok özenmiş olacağım ki babaannem de bana küçük bir sepet almış kızlarla birlikte kiraz toplamak için ağaca çıkmama izin vermişti. Topladığım kirazların bir sürüsünü küpe diye kulağıma asar, birçoğunu daha ağaçta iken yer, geri kalanını da sepetime doldururdum. Kocaman kıpkırmızı kirazların taştığı sepetlerin görüntüsü ile o köyün kiraz kokusu hala aklımdan çıkmamıştır.

Kiraz ağacı maceramı biraz büyüdükten sonra yazlık evimizin önündeki armut ve erik ağaçları besledi. Temmuz sonunda yumuşamaya başlamadan önce karnım ağırana kadar yediğim yeşil armutlardan çok, haziran ortasında hepsi henüz dalında iken olmasını sabırsızlıkla beklediğim yeşil ve sulu erikleri aynı çocukluğumdaki gibi sırtımda sepet ile tırmanıp toplayıp yemeyi alışkanlık haline getirdim.

Tam da mayıs aynın başında yeşil eriklerim için gün saymaya başladığım şu günlerde bu neşeli çocuklar ile karşılaşmak beni çocukluk ağaçlarıma götürdü. Arkadaşlarımla, ya da tek başıma tırmanıp dakikalarca boş boş güldüğümüz ya da yemişleri kemirdiğimiz günler aklıma geldi. Dönüş yolu boyunca, son günlerde 2 saat sonra ne olacağını kestiremeyeceğim kadar sürprizlerde dolu olan şu hayatımda, bu sene eriklerimi aynı huzurla toplayıp toplayamayacağımın muhasebesini yaptım. Annem eriklerin minik minik olduğunu ve büyümeye başladığını söyledi. Ben erikler olana kadar kendimi toplayabilir miyim acaba? Eve vardığımda beni kendime getirecek tek şey eski ve sevdiğim bir tat olacaktı. Ben çocukken en çok sevdiğim süzme mercimek çorbasını, korkularımı örtsün ve hayatla aramdaki şu flu perdeyi kaldırsın diye çabucak yapıverdim. Sizinde korkularınızı örten tatlar var mı?

Malzemeler;

1 litre su
1 bardak kırmızı mercimek
1 yemek kaşığı zeytinyağı
2 bardak sıcak su
1 tablet etsu
Deniz tuzu
Pul biber

Hazırlanışı;

1- 1 litre su ile mercimeği düdüklü tencerede 10–15 dakika kaynattım.
2- Tenceredeki çorbayı blender den geçirdim
3-Çorbaya zeytnyağ, 2 bardak sıcak su , etsu tableti, deniz tuzu ve pul biber ekleyip 5-10 dakika kaynattım.

(Not: Eskiden bu çorbayı mercimekleri tel süzgeçten süzüp, yağ ile un ve salça kavurup içine ekleyerek yapardım, ama bu sefer pratik olması açısından böyle yaptım, gayet de güzel oldu ben de böylece küçükken annemden süzme mercimek çorbası istediğimde neden üşendiğini daha iyi anlamış oldum!)
Devamı için tıklayın..

28.04.2007

Mutlu Senelere




Yeni bir elbise, minik rugan ayakkabılar, küçük pembe bir toka ve sabırsızlıkla beklenen o doğum günleri… Muhtemelen teyzeler ve halalar ile kutlanan, pasta kesilen ve yanında çay ile birlikte börek, kısır yenip sohbet edilen ve büyüklerin toplantısına dönüşen o küçüklük doğum günlerim yine de bende çok ayrı bir heyecan yaratırdı. Yaşım büyüyor diye mi, gelecek hediyeler için mi bilinmez, gün sayar, hep hayal kurardım. Annem ile pastaneye pasta seçmeye gittiğimizde ise üzerine yazdıracağımız yazı için beklerken bile sabırsızlanırdım. Doğum günüm bahar ayına rastladığı için hava kısa kollu giyeceğim kadar sıcak olurdu ve bahsettiğim yeni elbise de orasından burasından fırfırlar iliştirilmiş pembe bir elbise olurdu. Saçlarım özenle taranır, fotoğraf makinesine 36 lık film alınır, misafir tabakları vitrinden çıkarılıp masaya dizilirdi.

Son günlerde elimdeki piyango bileti için sayılara bakarken yaşadığım belirsizlik gibi, her dakikası bir sürprizle, beklenmedik sonuçlarla karşılaştığım hayatım için, eşimin bugünkü doğum günü benim için bu anlattığım doğum günleri kadar heyecan verici oldu. Akşamüzeri ofiste keseceğimiz pastayı bir gece önceden hazırladım ve ofise gidip pasta kesilip servis edilene kadar da bu heyecanım hep devam etti.

İyi günde kötü günde diye evlendiğimizden beri henüz ‘’kötü günde’’ kısmını yaşadığımız evliliğimizde nefes aldığımız hissettiğim ender günlerden biri de eşimin doğum günleri oldu. Çünkü benim ben gibi hissettiğim tek anların yanı olan bu adamın doğduğu günü kutlamak, aslında benim ben oluşumun bahanesini kutlamamla eşdeğer oldu benim için.

Seviyorum ve sabrediyorum. Çünkü sabır sevgiyi, sevgi de sabrı besliyor ve şu nankör hayatta beni de sadece sevgi ve sabır büyütüyor.

Malzemeler;

Pandispanya için ;

5 adet yumurta
5 kahve fincanı şeker
5 kahve fincanı un
1 paket kabartma tozu

Krema için ;

5 bardak süt
1 bardak un
1 bardak şeker
1 paket vanilya
100 gr tereyağ

Üzeri için;

1 kilo çilek
Tart jölesi

Hazırlanışı;

1-Fırın ısısını 175 dereceye getirin
2-Yumurta, şeker un ve kabartma tozunu derince bir kapta çırparak kek hamurunu hazırlayın.
3-Kare borcam ya da kek kalıbınızı yağlayıp unladıktan sonra kek hamurunu dökün ve ısınmış fırında 40 dakika kadar pişirin.
4-Pandispanya piştikten sonra kalıptan çıkartın ve sıcakken keskin bir bıçak yardımı ile 3 eşit parçaya ayırın.
5-Krema için malzemeleri bir tencereye alıp muhallebi kıvamına gelene kadar pişirin.
6-Pastanızı yapacağınız kutuya bir yağlı kâğıt serin. İlk önce bir kat pandispanya sonra muhallebi sonra çilekleri dizin. İkinci kat pandispanyayı koyup muhallebi sürüp çilekleri dizin En son kat pandispanyayı da koyup muhallebi sürüp çilekleri dizin.
7-Tart jölesini ilk önce fırça yardımı ile çileklerin üzerine ve pastanın kenarlarına sürün. Kalan tart jölesini de pastanın üzerine dökün.
8-Buzdolabında 1 gece bekletin ve servis edin.
Devamı için tıklayın..

22.04.2007

Eşimin ''Günlerden Bir Gün'' 'ü


Günlerden bir gün…

Böyle başlayan masalları dinleyerek büyüdük, bu söz hep bize
uzak zamanları, hayali kahramanları, hayal dünyamızda
şekillendirdiğimiz kimi zaman siyah beyaz kimi zaman rengârenk
düşleri çağrıştırıp durdu.

Bu sözle başlayan birçok hikâye dinleyip de gün gelip benimde bu
sözle başlayacak birçok hikâyemin olacağı pek aklıma
getirmediğim bir ihtimaldi. Şimdi günlerden bir gün’ü
tanımış durumdayız. Hayatımızın en boş gününü bile
duyduğumuz hikâyelere çevirebilecek kadar alışkınız
geçmişimizi bugüne taşımaya…

Kimi zaman duyduğumuz bir şarkı, gördüğümüz bir fotoğraf,
ender de olsa çocukluğumuzdan beri değişmemiş bir yol, bina, bir
ağaç alıp götürmez mi bizi en sevdiğimiz hikayelere..

Bakın hemen başlayayım, günlerden bir gün;

Elektriklerin kesik olduğu bir cuma akşamı, gaz lambası ile
aydınlanıyor evimiz ve dışarıda gerçekten ilik kemik donduran
bir kar var. Sobanın etrafında başlayan kalabalık muhabbet, saatin
ilerlemesi, sobanın yavaş yavaş sönmesi ile son bulmuştu. Zaman
zaman bizde kalan ve yaşı ilerlemiş olmasına rağmen benimle çok
iyi anlaşan amcam ile odamı paylaşırdım, odamda soba yanmazdı,
karşılıklı iki kanepede çarşafın üstüne serilmiş
battaniyenin içine girip üstüme yorgan ve ikinci battaniyeyi
aldığımı hatırlıyorum.

Derken, hayatının büyük bir kısmını evinin dışında
geçirmiş, hayatı boyunca hep yalnız olmuş olan amcam ile onun
gençliğinin serüvenlerini paylaşmaya başlardık. Havanın soğuk
oluşu ile bu anlatılan küçük anılar da soğuk havada geçen, iyi
ve kötünün bulunduğu, kendi hayat hikayesinin, yaşanmış
değil de olmasını isteği şekli ile anlattığı, çok
sıkıştığı anlarda masal ama bu deyip mucizeler yarattığı
uzunca soluksuz dinlenen serüvene dönüşen bir öykü idi bu.

Soğuğun etkisinden kurtulup, anlatılan öyküyü simsiyah tavana
bakarak canlandırırken, hem sıcağın hem de huzurun verdiği
rehavetle bastıran tatlı uykuya direnerek sonuna dek dinlemiştim o
öyküyü. Hatta o kadar uzun sürmüştü ki annem 2 kez gelip hadi
artık uyuyun diye uyarmıştı.

Amcam hala gelir babamlara, eskiden gelip kaldığı aylar boyunca
onun hayatının günlerinden bir gün’lerini dinler dururdum.
Şimdi ise hayatın boğucu koşuşturmacısı, çocukluğun
masumiyetinin inanırken sorgulamadığı o “mucizevi sonlar”ın
istesek de inanılamaz hale gelmesi daha da özü, artık kendi
öykülerimizle o kadar meşgul oluyoruz ki, zaten bizi boğan bu
tempoyu, öykülerimize de taşıyıp iyice kısılıyoruz.

Oysa yer açmalı başka öykülere de, inanmalı o mucizevi sonlara,
hayatın kimi zaman acımasız, kimi zaman vurdumduymaz temposuna,
zamana inat inanmalı.

Bugünlere gelişimizin temelinde o günlerden aklımızda kalan ve
hayal gücümüzü şekilleyen bir sürü öykünün olduğunu
unutmamak gerek…

Eşimin de böyle bir paylaşım içinde bulunmak için bu siteyi
açmak istemesi beni de oldukça heyecanlanırdı. Sizlerin
yorumlarını birlikte okuyup birbirimizin yüzünde oluşan o “bizi
anlayan birileri var” gülümseyişi sanki ikinci bir hayat
yaşıyormuşçasına alıp götürüyor bizi..

Sizler sofranızdaki tatları, daha sonra hayatınızdan anları ve
çoğu zaman “günlerden bir gün”ü paylaşmaya başladınız bu
sayfalarda..

Ve benim dileğim bu paylaşımın hep sürmesi, devam etmesi bu hem
zaman hem de güzel insanlar tünelinin…

Gökten bir sürü papatya düşmüş, biri benim, biri eşimin ve
tabi gerisi sizlerin başına….

(Not: Bu sefer okuduğunuz bu öyküyü eşim sizler için yazdı ve ben onun adına Tam Buğday Unlu Haşhaşlı Ekmek ile sizinle paylaşıyorum. Bu haşhaşlı ekmeği, Sökeun’un tam buğday ekmek unu karışımı ile paketin üzerinden çıkan tarif ile yaptım.)

Malzemeler;

500 gr tam buğday ekmek unu karışımı
320 ml ılık su (yaklaşık 2 su bardağı)
1 paket kuru maya
1 yemek kaşığı zeytinyağ
2 yemek kaşığı haşhaş
1 tatlı kaşığı beyaz un

Hazırlanışı;

1-Fırının ısısını 230 dereceye getirdim.
12-Paketin içinden çıkan mayayı 2 su bardağı ılık su ve 1 yemek kaşığı zeytinyağı ile karıştırıp erittim.
3-Ekmek karışımını haşhaş ile karıştırıp bir kasede havuz gibi açıp mayalı suyu ortasına döktüm.
4-Karışımı bir ekmek hamuru kıvamı elde edene kadar yavaş yavaş yoğurdum.
5-Hamurun üzerini biz bez ile örtüp ılık bir ortamda yaklaşık 1 saat mayalanmaya bıraktım.
6-Fırının içine en alta ısıya dayanıklı bir kapta su koydum.
7-Hamuru dikdörtgen kek kalıbına yerleştirdim.
8-Ellerimi su ile ıslatıp hamurun üzerini düzelttim ve 1 tatlı kaşığı beyaz unu üzerine ince bir tabaka gelecek şekilde eledim.
9-Fırına hamurları koyduktan 10 dakika sonra fırın ısısını 210 dereceye indirdim ve 40 dakika pişirdim.
Devamı için tıklayın..

19.04.2007

Yaz Uykuları



Babam ve Oğlum filminde en çok Fikret Kuşkan’n oğlu ile birlikte baba evine döndüğü zaman bahçede evdekileri beklerken üzerinde uyuyakaldığı divan beni etkilemişti. Tren ile yapılan uzunca bir seyahatin ardından eve kadar süren yürüyüş ve akşamdan biriken uykusuzluk sonucunda en tatlı şey gündüz uykusudur herhalde. Hele ki bir yaz günü sıcağında, tam da öğle vakti gölgede kalmış bir divanda, hafif hafif esen rüzgârla uyumak insanın başına kaç kez gelebilir ki? Açıkta uyumanın verdiği ürperme hissi, yorgunluğun verdiği terleme ile birleşir ve uyanır uyanmaz alınan taze çimen kokusu insanın karnını nasıl da acıktır.

Temiz havada öğlen uykusu en çok da yaz tatillerinde yaşadığım bir şeydi. Şimdilerde yarısı yolda yarısı eşya yerleştirip toplamakla geçen kısa yaz tatillerinde eğlenmek ile dinlenmek arasındaki kararsızlıkla su gibi geçen günlere uzun öğleden sonrası uykuları sığdıramıyorum. Eğer hafta sonu şanslıysam ve etrafta gürültü yoksa ve ben hamakta kitap okuyacak kadar bol bir vakit bulabildiysem hemen gözümü kapatıp bu yazdıklarımı düşünüp güzel bir uyku çekmeye çalışırım. Ama elimdeki kitabın ‘’Denizler altında 20.000 fersah’’ olduğu, heyecandan nefes alamayarak okusam da, ara verip uykuya daldığım çimen kokulu divan kadar güzel olamaz hiçbiri. Ben şimdi bir tatil günü uyuyakaldığımda evde yapılacak işlerin ya da güzel havada gidilesi yerlerin birçoğunu atlamış da sadece ‘’uyumuş’’ olduğum için kendime kızıyorum. Bir öğleden sonrası uykusunun huzurdan kızgınlığa dönüşebildiği şu koca hayatta nereden nereye geldiğimizi, koşuşturmacanın geniş olan hatta bitmeyen 24 saati nasıl da kısalttığını şaşkınlıkla izliyorum bazen.

Eylül ayı olduğunu kuvvetlenen lodosun dalgaları eskiden şezlong koyduğumuz yerlere kadar getirdiğinden anlayan takvimsiz yaşamlarımız, Eylül olduğunda çok çabuk geçen ve yine ertelenen biz yaz planlarının doldurduğu ajandalarımızı çoğalttıkça çoğalttı. ‘’Yetmiyor’’ dediğimiz 24 saat, yarın olduğunda daha bir kısalıyor sanki. Her ilkbahar, bu yaz dolu dolu yaşayacağım planlarım içim zemin hazırlıyor, ama ben bu aralar sadece uymak, uyanık kaldığım zamanlarda da yemek yapıp, öyküsü ile birlikte yayınlamak istiyorum. Hayaller küçülünce gerçekleşmesi daha mı inandırıcı gelir?

Malzemeler;

2 Adet tavukgöğsü
1 tatlı kaşığı kekik
2 tatlı kaşığı bezelye
2 tatlı kaşığı rendelenmiş kaşar peyniri
2 tatlı kaşığı zeytinyağı
Tuz

Hazırlanışı;

1-Fırın ısısını 220 dereceye getirin
2-Tavukgöğüslerini keskin bir bıçak yardımı ile dikkatlice 2’ye ayırın ama tam bitiş noktasını kesmeyin, yani bir dilim tavukgöğsü 2 ye katlanmış da biz açıyormuşuz gibi tek ama büyük bir dilim tavukgöğsü olsun.
3-Elde ettiğimiz 2 parça tavuğa da sırası ile 1’er tatlı kaşığı tuz, zeytinyağı ve kekik sürün.
4-Soslanmış tavukların her birinin ortasına kaşar peyniri ve bezelye koyup rulo halde sarın.
5-Tavukların ortasına ve açık kalan kenarlarına malzemelerin taşmaması için eliniz yardımı ile kapatıp kürdan batırın.
6-Rulo halde sarılmış ve kürdan ile kapatılmış tavukları yağlı kağıda sarıp fırın tepsisine yerleştirin.
7-Tavukları 220 derecede önce 30 dakika, sonra kağıtlarını çıkarı üzerlerinin kızarması için 5-7 dakika daha pişirin.
8-Fırından çıkan tavukları 5 dakika kadar dinlendirdikten sonra dilimleyerek servis edin.

(Not: Ben buharda pişmiş kabak ve brokoli ile servis etti pek yakıştı, ama yanına sebzeli pilav ve patates püresinin daha çok yakışacağı da aşikâr)
Devamı için tıklayın..

Yaz Uykuları



Babam ve Oğlum filminde en çok Fikret Kuşkan’n oğlu ile birlikte baba evine döndüğü zaman bahçede evdekileri beklerken üzerinde uyuyakaldığı divan beni etkilemişti. Tren ile yapılan uzunca bir seyahatin ardından eve kadar süren yürüyüş ve akşamdan biriken uykusuzluk sonucunda en tatlı şey gündüz uykusudur herhalde. Hele ki bir yaz günü sıcağında, tam da öğle vakti gölgede kalmış bir divanda, hafif hafif esen rüzgârla uyumak insanın başına kaç kez gelebilir ki? Açıkta uyumanın verdiği ürperme hissi, yorgunluğun verdiği terleme ile birleşir ve uyanır uyanmaz alınan taze çimen kokusu insanın karnını nasıl da acıktır.

Temiz havada öğlen uykusu en çok da yaz tatillerinde yaşadığım bir şeydi. Şimdilerde yarısı yolda yarısı eşya yerleştirip toplamakla geçen kısa yaz tatillerinde eğlenmek ile dinlenmek arasındaki kararsızlıkla su gibi geçen günlere uzun öğleden sonrası uykuları sığdıramıyorum.
Devamı için tıklayın..

17.04.2007

Hayallerim ve Sebzeli Terrine




Bir vapur düdüğü ile uyandım serin bir bahar gününe. İstanbul bugün dalgın sanki, uykusuz… Yağmur ha yağdı ha yağacak ama kekse yağmasa da denizin üzerinde bıraktığı dalgalı laciverdin her tonunu gün batana kadar doya doya yaşasam. Hatta bir hayal kursam da o hayalin içinde bir deniz olsa bir ben olsam. Canim kah denizin içinde küçücük bir sandalda olmak istese, kah bir deniz kıyısında sıcacık bir ayran simitle.. Ama ne zaman, ne de hayat bana engel olabilse oradan oraya sıçrasam engin denizin beynimdeki aksinde…

Mesela hemen şimdi ofisten çıksam ve kendimi alelacele Eminönü’ne atsam. Hızla Mısır Çarşısı’na dalsam, hayat bana annemle Kurukahveci Mehmet Efendi’nin önündeki kuyrukta beklerken yediğim dondurma kadar huzur verir mi? Vermezse vermesin ben de dosdoğru Mahmut paşa’ya çıkıp Kapalıçarşı’ya atarım kendimi. Önce halıcıların orada oturur ve şekersiz bir Türk Kahvesi’ni ağır ağır içer kendime gelirdim. Sonra baktım ki olmadı yukarda beni bekleyen Sahaflara varır eskimiş ve benden önce bilmem ki kaç hikaye dinlemiş kitaplara dokunup hissetmeye çalışırdım. Adam sen de, o da olmazsa açarım makinemi başlarım etraftaki güzelim eserleri çekmeye olmaz m?

Hayalde deniz olsun dedik, dedik demesine de her şeyin tam olduğu bu anda denizi bir yere sığdıramadık. En iyisi Emirgan’a Sarı Köşke gitmeli. Hem hava bu denli gel-gitli iken rengârenk laleler ne de güzel olur tepelerde. Denizin masmavi gözüktüğü, çam kokularının burnuma geldiği bu sessiz koruda elimde bir fincan sütlü çay ile kitap okumalıyım bu hayalimde.

Tarihi, kültürü, güzelliği ve denizi aynı hayale de koyduk ama eksik olan bir şeyler var sanki. Denizin içinde sevgi ve huzur olsun istiyorum bugünkü hayalimde. Tamam, ben artık hazırım sanırım.

Ben kocamla birlikte tam da bu mevsime ofisten çıkıp gündüz vakti yazlığa gitmek istiyorum. Kimseciklerin olmadığı, ağaçların hiçbirinin daha yaprak açamadığı bir mevsimde, bu yeniden uyanışın en güzel bölümlerinden biri olan ilkbaharı yazlıkta yaşamak istiyorum. Daha sandallar bile denize inmemiş, evlerin önündeki topraklar ve çalılar süpürülmemiş, bir mevsim bizim için süslenmemişken doğal hali ile çırılçıplak görmek istiyorum. Akşam olsa ve biz kapkalın giyinsek, elimizde sıcacık bardaklarımız ile semaya baksak ve yıldızlardan hayal kursak.

Ama hayalin bitip de gerçekle kesiştiği bu yerde, elimde kâğıdım ve kalemim kendimi sadece yazı yazarken bulabiliyorum. Bir sürü hayalimi bir sürü sebepten ötürü gerçekleştiremediğim bu günlerde bunları değişik hikâyeler ile anlatmak, hemen ardından da minik minik bir sürü yorum almak, bana hayal kurmak kadar anlamlı geliyor. Ben önce buralardan denize gidip, dönüp de rengini, kokusunu, tadını her şeyini ayrı bir hikâyede anlatmak istiyorum. Ama bugün size sadece Sebzeli Terine tarifi yazabiliyorum.

(Not: Sebzeli Terine bizim düğün yemeğimizdeki başlangıçtı. Terrine’yi ilk kez düğün yemeğimizi tatmak ve menüye karar vermeye gittiğimizde denemiştim. Şefin yaptığında mozerella yoktu ama tattıktan sonra eklenmesini biz istemiştik ve bence çok yakıştı.Tarifi Oktay Usta'nın yemek kitabından okuduğum ama yine mozerellasız br tarif üzerinden yaptım.)

Malzemeler;

2 adet bostan patlıcanı
2 adet kabak
2 adet kırmızıbiber
100 gr mozelerella peyniri
Tuz

Sosu için:

2 adet domates
1 yemek kaşığı zeytinyağı
1 tatlı kaşığı kekik
tuz

Hazırlanışı;

1-Patlıcanları alaca soyup enlemesine kalın dililer halinde dilimleyin. Kabakların kabuklarını soyup verev halde kesin. Biberlerin çekirdeklerini temizleyip her bir biberi enlemesine 2’ye bölün
2-Sebzeleri ızgarada ayrı ayrı közleyin.
3-Derin ve dikdörtgen bir kek kalıbına önce alüminyum folyo serin.
4-Patlıcanları kalıba enlemesine yanlarını da kaplayacak şekilde serin ve üzerine tuz atın.
5-Kabakları 2 sıra halinde dizin ve tuz atın.
6-Mozerellayı dilim dilim ekleyin
7-Kırmızıbiberleri dizin ve tuz atın.
8-En son tekrar patlıcanları dizip folyoyu kapatın.
9–180 derece ısıtılmış fırında 20–25 dakika pişirin.
10-Folyoyu hiç açmadan, terine soğuduktan sonra meşrubat kutusu gibi üzerine ağırlık koyup buzdolabına koyun. Terrine’nin tam sıkışması için en iyi zaman 1 gece dolapta bekletmek.
11-Ertesi gün Terrineyi kalıptan ve folyodan dikkatlice çıkarıp ters çevirin. Ben bunun için folyonun ağzını açıp üzerine bir tabak kapatıp ters-yüz ettim.
12-Sos için domatesleri rendeleyip kekik ve zeytinyağı ile 10-15 dakika pişirin.
13-Kalın dilimler halinde dilimleyeceğiniz Terrine’nin üzerine sıcak domates sosu ile servis edin.
Devamı için tıklayın..

15.04.2007

Teşekkür ve Vazgeçemediklerim..




Eskiden hepimizin çantasında telefon defterlerimiz vardı değil mi? Bu defterlere arkadaşlarımızın hem telefonlarını hem de adreslerini not alırdık. Ben bir de en son sayfasına her arkadaşımın doğum gününü özellikle not alırdım. Beyaz Adam’dan ya da Toy’s R Us’dan sevimli Truffy kartları biriktirirdim. Doğum günü listemi her senenin başında ayrı bir deftere aylık olarak sıralar ve her ay, bir sonraki ay doğum günü olan arkadaşlarımı belirler, onlara koleksiyonumdan uygun kartlar seçerdim. Sonra o kartlara özenle doğum günü mesajımı yazar, yine özenle seçilmiş renkli kokulu zarflara yerleştirir evime çok uzak olan postanenin yolunu tutardım. Önce postaneye gider işlemi tamamlardım. Ardından dönüş yolculuğunda asıl gezinti başlardı benim için. Önce Tadım dondurmacısına uğrar kornet külaha karamelli ve çikolatalı bir dondurma yaptırır, ardından bu dondurmayı önce çikolata sosuna, sonra fındığa en son da fıstığa batırır kana kana yerdim. Ardından semtimizin tek kitapçısına uğrar yeni gelen neler var uzun uzun incelerdim. Son uğrağım büyükçe bir parkın içinde olan Tiffany mağazasına girmek ve yeni çıkan ürünlere bakmak olurdu. Çoğu insan için ‘’postalamak’’ olan bu eylem benim için sevdiğim aktiviteler ile beslenmiş bir keyifli gezinti şölenine dönüşürdü.

Sonra, aradan karamelli dondurmayı, küçük ama dopdolu kitapçıyı, ucuz ama güzel kazakları aradan çıkaran teknolojiler geliştikçe gelişti. Biz tüm bir öğleden sonramızı alan bu aktiviteyi bir tık’a indiren e-kartlar göndermeye başladık sevdiklerimize. Ama ben hala ne zaman gitsem kitapçılardaki o kocaman büyük rengarenk kartlara uzun uzun bakarım. Bazen eşime ya da arkadaşlarıma aldığım hediyelere iliştiririm ama çok uzun zamandır postaneye gitmedim diyebilirim.

Geçen haftalar da Kanyon’da Elit Oyuncak Mağazası’nda bu kartları gördüm ve yine dayanamadım aldım. Aslında bu gördüğünüz son hali, çünkü Elit’te satılan aslında kart değil kart malzemeleri. Kategorilerine göre minik objelerden oluşan bu setlerden alıp, evde içinizden geldiği gibi dizayn edip hediye kartınızı kendiniz yaratabiliyorsunuz. Yılbaşı kategorilerinde minik çam ağaçları, Sevgililer Günü’nde ise bir sürü kırmızı pembe kalpten oluşan çok hareketli, eğlenceli olan bu setlerden Okyanus temalı olan seti aldım ben. Ben her sene bu mevsimde deniz kokusunu pek bir özler, yaz akşamları için gün sayar dururum. İşte deniz özlemimin arttığı şu aralar, bu kartı aldığım akşam hemen oturup resimde gördüğünüz dizaynı yaptım. Ama kartı bitirdiğim gibi postalayacak, kutlayacak, teşekkür edecek bir şeyler bulamadığım için çekmeceye kaldırdım.

Şimdi beni ‘’İçinden Gelerek’’ arkadaşlarına tanıtan ve bu sayede bir sürü arkadaş ile tanışma fırsatı veren, yazdığım her öyküde, hazırladığım her yemekte herkesten önce sımsıcak yorumlarını yazan ve yakın zamanda da beni sobeleyen Defne’ye teşekkür etmek için huzurlarınızda bu kartı çekmecemden çıkarıyorum

Defneciğim beni vazgeçemediklerim konusunda geçen hafta sobelemişti, ben dersime ancak çalışabildim. Defneciğim; işte benim vazgeçilmezlerim diyor ve ben de Almanya’ya uzanıp sevgili Canancığımı sobeliyorum.

Herkesin kendine göre vazgeçemediği şeyler vardır. Ben benim bu oyunum biraz değişik olsun istedim ve insanlardan yardım aldım. Bana göre vazgeçemediğim şeylerim vardı evet ama bakalım insanlar beni nasıl görüyordu ve onlara göre vazgeçemediğim şeyler neydi.

Bu soruyu ilk olarak kendime sordum;


Hani ‘’Ne zamandan beri?’’ sorusunun cevabını hatırlamazsınız ya, işte benim de zamanını hatırlayamadığım kadar eski bir tarihte artık hangi olay hangi resim bilinçaltıma nasıl girdi ise, her küçük kızdan biracıcık fazla olarak gelinlik tutkum başladı. Annemim kuzenlerinin evlenmesi ile saç baş makyaj yapılıp gelinliklerini giyerek çektirdiğim fotoğraflar albümümde kendi kuzenlerimin ve arkadaşlarımın gelinlikleri ile devam etti. Evlenmemin söz konusu olmadığı zamanlarda aldığım gelinlik dergileri, ara ara yapılan gelinlikçi gezmeleri, biriktirilen gelinlik fotoğrafları, her gelinin arkasında gelinliği inceleyen ruh halleri hatta evlenene kadar zaman zaman kuzenimin gelinliğini giyip oturmalarım yıllarca devam etti.
Evleneceğim zaman kocaman bir gelinlikçiler caddesinde hiç yorulmadan bıkmadan usanmadan bütün gelinlikçilere girip sıra sıra gelinlikler giydim. Öyle ki beni bütün tanıyanlar evleneceğim zaman ‘’Ohh şükür sonunda kendi gelinliği olacak’’ deyip bu hevesimin kendi gelinliğim ile birlikte biteceğini sandılar. Ben de öyle sanmıştım. Gelinliğim eve geldiğinde 6 gece birlikte uyuduk. Düğün günü benim en mutlu anım gelinliğimi giydiğim andı. Hala her evlilik yıldönümümde gelinliğimi giyerim, hala gelinlik dergileri alırı ve bir gelin gördüğümde durup dakikalarca bakarım. Tamam, itiraf ediyorum, evlilik yıldönümleri haricinde de ara ara gelinliğimi indirip askı ile salonun ortasına asıp birkaç gün seyredip giyip kaldırıyorum İşte benim en vazgeçilmezim: Gelinliğim.



İkinci olarak eşime sordum;



Çok net hatırlıyorum 5 ya da 6 yaşındaydım. Amerika’da yaşayan amcam Türkiye ziyaretlerinde bize getirdiği oyuncak dolu çantayı açar, biz de abim ile paylaşırdık. Yine bir gelişinde paketinde uslu uslu oturun bir Snoopy’yi görür görmez almıştım. Ben senelerde o Snoopy ‘yi yanımdan ayıramadım. Sınava almak istemeyen OSYM görevlileri, eve gelen çocuklara oynasın diye verdiği için teyzem, unuttuğum için yazlığa giderken yarı yoldan döndürdüğüm annem, yıkadığı için kavga ettiği yardımcımız dahil bir sürü insan ile onun için kavga ettim. Bu hevesim için de ‘’Evlenince geçer’’ dediler. Ben de geçen sandım. Ama geçmedi Ben hala bu 25 yıllık Snoopy’yi evimde başköşeye koyup, sıkıldığımda bunaldığımda, ağladığımda ona sarılıp rahatlıyorum. Snoopy’m benim vazgeçemediklerimden.

Üçüncü olarak ağabeyime sordum;


Ellerim, saçlarım, yüzüm daha doğrusu bütün bedenim sanki bir canavar tarafından nemi emilmişçesine kupkurudur. Ellerimi yıkadıktan sonra krem sürmez isem parmaklarımı birbirine değdiremem. Saçlarıma krem sürmez isem Bonus reklâmlarında oynamak için hemen teklif alabilirim. Yüzüme krem sürmez isem dudaklarımı falan oynatamam gerginlikten. İşte benim bir yere kalmaya gideceksem pijamam, diş fırçam falan hikâye olmazsa olmazım, yanımdan ayıramadığım tek şey kremlerimdir.

Dördüncü olarak kuzenime sordum;



Kahve fincanlarına, kupalara dayanamam ben, nerde görsem beğensem alırım mutlaka. Özellikle resimde olduğu gibi rengarenk olanlara!

Beşinci olarak da kuzenime sordum;



Büyülü Şehir Paris; Sen okuduklarımdan, düşlediklerimden daha da güzelmişsin!. Ben Paris’in sokaklarına, yemeklerine, kültürüne her şeyine ayrı ayrı aşığım. Yıllarca arkadaşlarımın benim için geridkleri ve benim Paris’den aldıklarımın birkaçı resimde. İşte ben Paris şarkılarından , yemeklerinden ve bu eşyalardan vazgeçemem.
Devamı için tıklayın..

11.04.2007

Yalnızlık...




Yalnızız. Ne çok eskilerden duyduğumuz bir şarkı koruyabiliyor bizi bu acımasız yalnızlıktan, ne de elimizin altındaki onca kitle iletişim araçları… Birbirimizden korkuyoruz. Eskiden yolda insanlar birbirlerine ne kadar rahat saati sorabilirlerdi oysa. Şimdi ise otobüs durağının yerini sormak için yanımıza yaklaşan birinin attığı her adımda zamanla yarışıp 3 ayrı gard belirliyoruz söze başlarken. Limon istemek için kapımızı çalan komşumuza kapıyı açmak için önce 3 kere gözden bakıp 5 kere ‘’Kim o?’’ diyoruz. Çünkü günümüzün ¾ ünü evimiz dışında çalışarak ve trafikte geçirdiğimiz için evde olan çok kısıtlı zamanımızı bölen her kapı ya da telefon sesi paylaşılacak anlardan çok, radyoda saatlerdir beklediğimiz şarkıyı bölen telefon sesi gibi canımızı sıkabiliyor. Oysa hepimiz Cuma akşamları ‘’Bir Başka Gece’’’yi izlemek için çoluk çocuk komşuda toplandığımız bir zaman diliminden gelmiyor muyuz? Hepimizi anneleri yan komşuya kahve istemek için göndermedi mi? Peki ne ara yabancılaştık birbirimize? Ne ara korktuk komşumuzun gölgesinden?

Samimiyete olan ihtiyacımızı eşleştirmek için yıllarca mahalle dizilerini pür dikkat izleyip durduk. Özümüzden gelen ama yaşatamadığımız bu kültüre olan özlemimizi diziler ile gidermeye çalıştık Perihan Abla’dan başlayıp Süper Baba’ya İkinci Bahar’a kadar tüm dizilerdeki çocukların, mahalle eczanesinin, manavının yerine koyduk kendimizi. Eve dönerken tüm esnafa selam verip, bir iki tanesi ile de ayaküstü laflayıp en son da kavrulmuş leblebimizi alıp evimize döndük dizi icabı. Ama biz büyüdükçe, biz hayattaki yerimizi rolümüzü icra ettikçe onlardan biri olamadık. Kimimiz o sıcaklığı yaşamak için Çengelköy’e taşındı, kimimiz esnaf oldu, ama bir yanımız hep eksik kaldı. Hep evimizin balkonunda bir yaz akşamı gramofonda Müzeyyen Senar eşliğinde soğuk bir yudum bir şeyler içerken bahçedeki söğüt ağacının yere değen dallarına yan bahçedeki kalabalığın sesi eşlik etsin istedik. Ya eşlik edecek sesler bulamadık, ya da o sesler çokça uzakta kaldı algılarımıza.

Ya da biz çat çat çekirdek yemek istedik saatlerce. Üzerine bazı yerleri ekmek bıçağı ile yanlışlıkla kesildiği için belli belirsiz yırtıklar bulunan muşambadan bir örtü serilmiş masada sıcak çay eşliğinde çekirdek yiyip uzun sohbetler etmek. Ertesi gün kaygısı, hayat sıkıntısı, para derdi bölmesin istedik bu sohbetleri.

Hiçbirimiz akşam yemeğinden sonra ayağımızda terliklerimizle çat kapı yan komşuya çay içmeye gidemiyoruz artık. Ya yetiştirmemiz gereken bir iş, yapmamız gereken görevlerimiz var, ya da ağırlamamız gereken misafirlerimiz, bulunmamız gereken yerler. Oysa ben bir Pazar öğleden sonrası ‘’samimi’’ bir sohbete koyu bir kahvenin eşlik ettiği anlar olsun istiyorum hayatımda. Kendi dertlerimi unutabilmek için başkasının derdini dinlemek, karşımdakine derdini unutturabilmek için kendi derdimi anlatmak istiyorum.

Aslında ben büyüleyici kokusu etrafa dalga dalga yayılan sıcacık çorbamı çat kapı dostum ile paylaşmak istiyorum. Ama yalnızım.

İyi günler Papatya Dünya misafirleri, az önce bu mis kokulu annemin meyaneli mercimek çorbasını pişirmiştim, sizlerle de paylaşmak istedim, almaz mısınız?

(Not: Tarifteki tablet et su kullanmak istemiyorsanız 5 bardak suyun 2 ya da 3 bardağını et suyu ya da tavuk suyu olarak kullanabilirsiniz)

Malzemeler,

1 adet küçük kuru soğan
2 diş sarımsak
2 yemek kaşığı zeytinyağı (tereyağı da çok yakışıyor)
1 tatlı kaşığı kuru nane
1 tatlı kaşığı biber salçası (yoksa domates salçası da iyi bir alternatif)
1 su bardağı kırmızı mercimek
5 su bardağı sıcak su
1 tablet et su
Tuz

Hazırlanışı;

1-Kuru soğanı ve sarımsağı yemeklik doğrayıp pembeleşene kadar zeytinyağı ile kavurun.
2-1 tatlı kaşığı kuru naneyi ekleyip kavurmaya devam edin.
3-Biber salçasını da ekleyip kokusu çıkana kadar kavurun.
4-1 su bardağı kırmızı mercimeği ve 5 bardak sıcak su ile etsu tabletini ekleyip tencerenin kapağını kapatıp orta ateşte pişirin.
5-Tuzunu da ekleyip bir iki kere kaynattıktan sonra altını kapatıp dinlendirin.

(Not: Ben Sesame’da 15 dakika pişirdim, annem normal düdüklüde 10 dakika pişirdiğini, düdüklüsü olmayanların da 25-30 dakika kadar pişirmesi gerektiğini söyledi. Aslında pişti diyebilmek için anlayacağınız kıvam süzme mercimek çorbasını süzmeden az evvelki kıvamla aynı, yani biraz ezogelin çorbası gibi.)
Devamı için tıklayın..

10.04.2007

3X3 Oyunu İçin Sobelendim

Önüm arkam sağım solum Sobeee saklanmayan Ebeeee!

Sevgili Defne’nin Sobeeee’si için hazırlanıyordum ki bir baktım sevgili Canan beni 3X3 oyunu için sobelemiş. Aslında bu oyun için yepyeni tarifler vermek isterdim ama hem süresinin 3 gün oluşu hem de benim bu aralar üst üste tarif deneyemeyişim sebebi ile eski tarifler ile bu oyunu oynayacağım artık.

Defne’nin sobesi için resim çekiyorum bu aralar, bu oyunun süresi 3 gün olduğu için, ve ben elimdeki işleri son güne bırakırsam uykularımı kaçırıp dudaklarımı kemirmeye başladığım için bu oyunu ilk Sobeeee’m den önce oynuyorum. Defneciğim seninki de hemen ardından yakın zamanda…

Kurallar: 3 tane yemek tarifi verip, her birini 3 yemek bloguna ithaf edip, su 3x3 soruyu soruyorsunuz:

Herkes birbirini son hızla sobelediği için, sobelenmemiş kişi bulmak bir hayli zor. Bu yüzden ben 1 er kişi sobeliyorum izninizle, hem daha çok yeniyim çok insan tanımıyorum, hem de herkese sobeleyecek birileri kalsın istiyorum.


İlk tarifli öykümü ‘’Senenin ilk papatyası’’ Vişneli Mekiğimi sevgili Açalya’ya ithaf ediyorum ve onu sobeliyorum. Biliyorum Açalya yemek blogu yapmıyor ama ben onun da 3X3 cevaplarını merak ediyorum, o da sobelerken güzel hikaelerinden ithafta bulunur bizlere.




İkinci tarifli öykümü ‘’Sil Baştan’’ Türk Kahvemi sevgili Nezaket’e ithaf ediyorum ve onu sobeliyorum.




Üçüncü tarifli öykümü ‘’Pera’da Çay Keyfi’’ Çikolatalı Kekimi çok seven sevgili Burçin’e ithaf ediyorum ve onu sobeliyorum.




1.1. Daha once yasadiginiz 3 sehir?

İstanbul’da doğdum, İstanbul’da büyüdüm ve halen İstanbul’da yaşıyorum.

1.2. Tatil icin gittiginiz, gordugunuz ve onermek istediginiz 3 yer?

Aaaahhh büyülü şehir Paris! Sen gördüklerimden, düşlediklerimden çok daha güzelmişsin. Dünya sanat tarihinin ortasında, bir gelin gibi süslenmiş olan özenli sokaklarında, asaletin ve kibarlığın bakışlara yansıdığı insanları her dakikası romantik adımlar ile yaşamak isteyen herkes Paris’i ömürlerinde bir kez olsun görmeli.

Balayımızı geçirdiğimiz Kemer Çamyuva Robinson Club. Metrekareye neredeyse hiç insanın düşmediği, kimsenin sizi rahatsız etmediği, her akşam yemeğinin ayrı bir şölene dönüştüğü, gürültülü animasyonlardan uzak, çam ağaçlarının büyülü kokusu arasındaki bu tatil köyü benim herkese tavsiye edebileceğim bir yer.

Doğal klimalı havası ile bayıltmayan, denizi ve doğasıyla sizi Tanrı’ya hayran bırakan Çeşme, benim her yaz gittiğim ve herkese tavsiye edeceğim tek tatil yöresi.

1.3. Yasamak istediginiz (gormediginiz de olur) 3 sehir?

Yaşamak istediğim ilk şehir elbette ki Paris.
İkincisi İzmir
Üçüncüsü İstanbul

2.1. Su anda ki mesleginiz nedir?

Endüstri İlişkileri Mezunuyum ve şu an da Finans ile uğraşıyorum.

2.2. Dunyaya yeniden gelseydiniz, hangi meslegi yapmak isterdiniz?

Dünyaya yeniden gelsem, icra ettikten sonra ,yaptığım şeyi anlayan bir ülkede beni takdir eden insanlardan alkış sesini uzun uzun duyacağım bir mesleği yapmak isterdim, bu da büyük ihtimalle dans olurdu, ama asla bu ülkede değil.

2.3. "Kesinlikle ben yapamazdim" dediginiz meslek nedir?

Çoğu insanın aksine doktorluk yapabilirdim ama asla cerrah olamazdım.

3.1. Yasam felsefenizi olusturan sozlerden biri?

F.Nietzsche’nin hepimizin bildiği o ulu sözü: ‘’Beni öldürmeyen şey güçlendirir!’’

3.2. Bir kitapdan alinma, cok sevdiginiz bir cumle veya paragraf veya bolum?

Ahlakın altın kuralı kendimize yapılmasını istemediğimiz kötü şeyleri başkalarına yapmamaktır, denir.

Oysa,
Dünyadaki huzursuzluk ve acıların çoğu ‘’bize yapılmasını istemediğimiz kötü şeyleri başkalarına yapmamızdan’’ çıkmıyor. Tam tersine; kendimiz için istediğimiz iyi şeyleri başkaları için de istemeye kalkışmamızdan çıkıyor.
‘’İyilik’’ işte bu yüzden kötü.
……….
……….

Böyle deyince hep var olan
Sesimi çıkaramadım, eğdim boynumu ben de.

Emre Yılmaz-Şeytan’ın Fısıldadıkları


3.3. Cok sevdiginiz bir siirin bir parcasi?

Aslında bu şiirin tamamı;

Kim bilir kac kisi senin zarif hallerini sevdi
Kac kisi güzelligini sevdi,
belki gerçek askla belki degil.
Ama bir kisi senin ruhunu sevdi
Bir tek kisi degisen yüzündeki hüznü sevdi

William Butler Yeats
Devamı için tıklayın..

6.04.2007

Tahsin Amca'nın ekmekleri




Ben ortaokulda iken teyzem ile karşı karşıya apartmanlarda oturduğumuz ve çocukluğumun geçtiği semtten aniden başka bir semte taşınmıştık. Bütün arkadaşlarım ve geçmişim ile birlikte sanki huzurumu da orada bırakıp yeni bir hayata alıştırılmak zorunda bırakılmış gibi hissetmiştim kendimi. Annemin kardeşleri ve çok sevdiğim kuzenlerim ile ve başka kimsenin de aylarca dahil olmadığı kendimize ait bir apartmanda, hem de kapıları sonuna kadar açık bir aşağı bir yukarı koşturabildiğimiz bir ortamda daha çok mutlu olabileceğim yerde kendimi çok uzun süre yabancı gibi hissetmiştim. Annemler benim tam tersime doğdukları büyüdükleri ve evlenip baba evinden uzaklaşmak zorunda kaldıkları mahallelerine geri dönmenin ve bir arada olmanın mutluluğunu yaşarken, ben ise bakkalına, sokağına, her gün aynı saatte geçen simitçisine alıştığım bir yerden başka bir yere gelmiş ve sanki donakalmıştım. Plastik bir ipe bağlı hasır bir sepet sarkıtarak ‘’Tahsin amcaaaa, 2 tane ekmek!’’ diye seslendiğimiz bakkalı çok özlüyorum ve ağlıyorum diye teyzem bana pazardan bir sepet almştı, ben sepeti sarkıtıyorum o da Tahsin Amca olup sokağa inip sepetime ekmek koyuyordu. Aslında benim özlediğim şey Tahsin Amca’nın ekmekleri değil, çoluk çocuk sıraya girdiğimiz mahalle fırınımızdı ama bunu bir türlü anlatamıyordum. Aynı masada, aynı örtünün üzerinde aynı tabak ve çatal ile aynı menemene sıcak ekmek batırıp yiyordum ama herkes çok keyif alırken ben sanki benim payıma tuz konulmamış gibi eksik bir parça ile yaşamaya çalışıyordum. Sonra evimizin tam karşısında bir ekmek fırını açıldı. Odun ateşinde pişen, çıtır çıtır kızaran enfes ekmekler yapan bu fırında da kuyruğa girip ekmek bekliyordum, ama o fırından yediğim hiçbir ekmekte eski tadımı bulamadım.

Zaman geçip de özlediğim, yenisine tercih edemediğim şeyler hayatıma girmeye devam ettikçe ben yerleşik olmayı tercih etmiş buldum kendimi. Özlediğim şeyin nesneler değil de geçirilmiş zamanlar olduğunu fark ettiğimde bile hiçbir şey değişmedi. Zaman geçti, mevsimler bilmem ki kaç kere değişti, ben bilmem ki kaç kere daha semt değiştirdim. O ekmeklerin üzerine çok daha güzel ekmekler yedim tabiî ki, ama hiçbir ekmekten bir türlü o kadar lezzet alamadım.

Ben yine de hala odun ekmeğinde pişmiş sıcak ekmek seviyorum. Fakat bu zeytinli ekmek deneyimimi eşimin çok sevdiği çiçek ekmekten yana kullandım. Geçen hafta ilk ekmek deneyimimi Söke Un’un Ekmek Karışımını kullanarak saatlerce uğraştığım ama bir türlü mayalattıramadığım için çöpe giden bir ekmek ile yaşadım. Bu hafta ise sevgili Açıkbüfe’nin bana tavsiyesi üzerine mayayı erittiğim suyun sıcaklığına dikkat ederek yine aynı markanın Çavdar Unu karışımından deneyerek gerçekleştirdim. Ekmeği bu karışımın kutularından çıkan tarifi deneyerek yaptım. Gerçekten çok lezzetli, tadına doyamadığım, eşimin de çok beğendiği ekmekler çıktı ortaya. Bir yemek kitabının arkasındaki Püf Noktaları’nda okuduğumdan tecrübe ile ekmek kutusunun içine 1 kase tuz koyarak ve ekmekleri ince bir beze sararak muhafaza ettim, üçüncü gün neredeyse aynı tazelikteydiler.

Malzemeler;

500 gr çavdar ekmek unu karışımı
320 ml ılık su (yaklaşık 2 su bardağı)
1 paket kuru maya
1 yemek kaşığı zeytinyağ
1 su bardağı çekirdeği çıkarılmış zeytin (Ben şu konserve dilimlenmiş salata zeytinlerinden kullandım)

Hazırlanışı;


1-Fırının ısısını 230 dereceye getirdim.
12-Paketin içinden çıkan mayayı 2 su bardağı ılık su ve 1 yemek kaşığı zeytinyağı ile karıştırıp erittim. Bu aşamada önceki deneyimimden ötürü suyun çok ılık olmamasına dikkat ettim.
3-Ekmek karışımını bir kasede havuz gibi açıp mayalı suyu ortasına döktüm.
4-Karışımı bir ekmek hamuru kıvamı elde edene kadar yavaş yavaş yoğurdum.
5-Hamurun üzerini biz bez ile örtüp ılık bir ortamda yaklaşık 1 saat mayalanmaya bıraktım.Bu arada 1 saat sonra baktığımda hamurum mayalanmamıştı. Ben de tekrar yoğurup dinlenmeye bıraktım, yarım saat sonra hamur tamamen kabarmıştı.
6-Fırının içine en alta ısıya dayanıklı bir kapta su koydum Bu ekmeğimin pişerken kabuğunun çok sert olmadan kızarmasına içinin de yumuşacık olmasına yardım edecek.
7-Hamuru 7 eşit parçaya ayırdım. Her bir parçayı poğaça yapar gibi açıp, içine bir tatlı kaşığı zeytin koyup kapattım ve elimde yuvarladım.
8-Yuvarladığım hamurları tepsiye çiçek çeklinde dizip üzerlerine önce su sürüp sonra birer tane zeytin koydum.
9-Fırına hamurları koduktan 10 dakika sonra fırın ısısını 210 dereceye indirdim ve 40 dakika pişirdim.
Devamı için tıklayın..

2.04.2007

Pera'da çay keyfi...




Yakın tarih beni hep çok heyecanlandırmıştır İstanbul’un muhteşem restroranlarına dönüşmüş güzelim köşklerinde vakit geçirirken, ya da görüp tarihini merak ettiğim bir yapıyı araştırırken okuduklarım ve gördüklerim hakkında fazlasıyla hayale kapılırım. Hele Osmanlı Tarihi hakkında, içinde hiçbir görsel tasvir bulunmayan bir kitap okuyorsam, okuduklarımı betimlemek adına zihnimde o kadar farklı şeyler kurarım ki, bazen kurduklarıma ben bile inanamam. Bu yüzden hani şu filmlerde olduğu gibi, ya da masallarda lambadan çıkan cinin sorduğu gibi bir dilek hakkım olsa kısa bir süre de olsa geçmişte yaşayabilmek benim tek kullanmak istediğim dilek olurdu. Ama tek bir ayrıntı isterdim bu dilekten, o da geçmişe belli bir süre için gittiğimi bilerek geçmişte yaşamak.

En çok cumhuriyet dönemi İstanbul’unu gözlerimle görmek isterdim. Hayal bu ya, Şişli’de kocaman bir köşkte 3. kuşak ailesi ile birlikte yaşayan bir Osmanlı Sadrazamının en küçük torunu olmak isterdim.Küçüklüğümü dedemden padişahın anılarını dinleyerek geçirmiş, eğitimimi de babamın isteği ile Fransa’da tamamlamış, yurda henüz dönmüş 22-23 yaşlarında bir küçük hanımefendi olurdum. Kişisel giyim ve kitap alışverişim için çokça gezer en çok da lacivert tayyörümün üzerine Paris’ten aldığım en sevdiğim şapkamı takardım. Kışın paltomun belindeki kuşağı moda icabı iyice sıktırır, bileğimde biten botlarımın topuklarını da hergün cilalattırırdım. Eğitimim sırasında ihmal ettiğim ama hep tamamlamak istediğim Türk Edebiyatı koleksiyonuma en baştan başlayabilmek adına muhtemelen Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-u Talat ve Fitnat adlı eserinin sayılı olan orijinal baskılarından birini benim için temin eden aile dostumuz yadigar Hüseyin Efendi’nin dükkanına gitmek için Pera’ya inerdim. Bu yolculuk esnasında en çok dikkatimi çeken şey 2000 li yıllarda çarpık çurpuk binaların kirlettiği İstanbul’un o günkü mimarisinin nasıl olduğu olurdu. Bugünün binalarının yerinde neler olduğu ya da bugün bakımsızlıktan ağlayan güzelim binaların o günlerde nasıl göründüğü hakkında her türlü detaya bakardım. Yolda gezinen insanların ne giydikleri ya da birbirlerine nasıl hitap ettikleri, alışveriş dükkanlarındaki dekorasyon ve kocaman pastanelerin vitrinlerindekiler fotoğraflayıp bugüne getirmek istediğim şeyler olurdu. Haaa bir de elimde bir video kamera ile Suriçi’ne girer, Edirnekapı’dan Beyazıt’a, Sultanahmet’den Eminönü’ne her yeri ağır ağır kayda almak isterdim. En çok da Yeşilköy’ün adının Ayestefenos olduğu zamanlarını Halit Ziya Uşakligil’den dinler gibi görmek isterdim.

Kitabımın ilk sayfalarını karıştırmak adına çay içmek için en çok huzur duyduğum yere Pera Palas’a giderdim. Gıcırdayan parkelerinde nazik bir garson eşliğinde masama kadar yürüyüp çayımı ısmarlardım. Çayım tıpkı Paris’deki gibi küçük bir demlikte servis edilir ve tabiî ki yanında süt isteyip istemediğim sorulurdu. Ve ben bu çayın yanında muhakkak bir dilim çikolatalı kek istedim.

Ve tüm bunlar olup biterken fonda Josephine Baker çalardı…

(NOT: Bu keki 3 aydır görmediğim kuzenimi ziyarete giderken götürmek için pişirdim. Güzel bir görüntü elde etmek için tart kalıbında pişirip, meyve için kalan boşluk kısmını da damla çikolata ile süsledim.Hediye götürülmeyecek bir kek olsa idi eşimin dediğine göre çikolata ile süslediğim boşluğa sıcak çikolata sosu döksem harika olurmus)

Malzemeler;

3 adet yumurta
1.5 su bardağı toz şeker
1 su bardağı sıvı yağ
1 su bardağı süt
3 su bardağı un
1 paket kabartma tozu
4 çorba kaşığı kakao
2 su bardağı damla çikolata
1 yemek kaşığı pudra şekeri

Hazırlanışı

1-Fırının ısısını 175 dereceye getirin.
2-Yumurta ile şekeri iyice beyazlayıp kabarana kadar yaklaşık 8/10 dakika çırpın. Okuduğum kadarıyla kekin güzelliğinin en büyük sırrı bu aşamayı uzun tutmakmış.
3-1 su bardağı yağı ekleyip karıştırın.
4-1 su bardağı sütü ekleyip karıştırın
5-3 su bardağı unu ile birlikte kabarma tozunu da ekleyip karıştırın
6-Kakoyu da ekleyip karıştırın.
7-1 su bardağı damla çikolatayı ekleyip bir kaşık yardımı ile karıştırın.
8-175 derece ısıtılmış fırında 40-45 dakika pişirin.
9-Kalan 1 bardak damla çikolata ve pudra şekeri ile kekin üzerini süsleyin
Devamı için tıklayın..