30.10.2008

Ugosti

Eşimin ailesinin geldiği topraklarda yeni gelinin evlendiği zaman evliliğe alışma sürecinde annesinden ayrı geçirdiği zamanları uzatmamak ve gelinin annesinden manevi destek alması için, evlilik geliştiği zaman da gelin annesiyle ara ara özel zamanlarını paylaşsın diye geliştirikleri bir adet var.Adı Ugosti... Yani evliyken ihtiyaç duyduğunuzda çantanızı alıp annenizde birkaçgün geçirmeye gidebiiyorsunuz. Giderken de ‘’Ben Ugostideyim şekerim’’ diye not bıraktığınızda da iş legaleşmiş oluyor. Hoş bu devirde bizim şartlarımızdaki hiçbir kadının annesine giderken legalleştirilmesi gereken bir süreç yok tabi, ama eskiler ince düşünmüş, günümüze kadar da getirip bize hediye etmişler biz de uydular olduk.

Eskide eşim iş nedeni ile çok sık seyahat ederdi. Hal böyle olunca benim Ugostilerim de ayda birkaç kez şeklinde zorunluluklr kazanmıştı. Fakat son 1 yıldır seyahatler kalkınca Ugostilerde unutudu gitti. Bugun işten çıkıp anneme kahve içmeye gelmiştim ki eşim telefon açıp beni birden Ugostiye gönderiverdi. Normalde planından programından şaşınca uykuları kaçan ben birden herşeyi bırakıp kendimi annemin şımarık kollarına atıverdim.


Her kız gibi annemi özlüyorum ben de... Annemi, yemeklerini, evinin kokusunu, evnde uyuduğum zamanki karşılıksız güveni... Kısa bir süre de olsa bütün sorumlulukların oluşturduğu o dar gömleği üzerimden çıkarıp atmayı, kendimi annemin koynuna bırakmanın tarifsiz huzurunu...


Devamı için tıklayın..

26.10.2008

Üzgünüz

Cuma gününden beri Blogger’a erişim sağlanamıyor. Ağzına geleni ya da aklına eseni fikir sanıp heryere yazan dengesizler, ve onları durdurmak adına sapla samanı birbirine karıştırıp kısıtlayarak bizi onlardan yana duymaz görmez ve anlamaz hale etirebileceğini sanan ‘’boşluklar’’ yüzünden kapatıldık. Oysa o dengesizler internetten çok evimizde, otobüsümünzde, gözümüzün taa önündeler de kimse bilmiyor. Ben cumadan beri kendimi kalabalıklar arasında yanlarında yalnız hissetmediğim birsürü insanı o kalabalıkta kaybetmişim gibi hissediyorum. Arkadaşlarımın paylaşacaklarını özlediğim gibi kendimi paylaşmak için beyaz boş bir odadayım sanki.

Blogumun blogger dan yayın yapan yerlerini değiştirip güncellemek için bütü hafta sonu uğraştım. Üzgün ve sinirliyim. Blogger in bir an önce açılmasını ‘’dilemekten’’ başka da birşey yapamıyorum.


Devamı için tıklayın..

19.10.2008

Biz çocukken

Çocuğum yok, çocuklu bir kuzenim yok, çocuklu bir arkadaşım yok. Bir çocukla rastadığım herhangi bir yerde en faz on dakika agucuk bugucuk yapmaktan başka da diyaloğum da yok. Bunlarla beraber bir çocukla sosyal bir ortama gitmişliğim, onunla onun dünyası ile gezmişliğim eğlenmişliğim de yok. Ama her ne olursa olsun annelerin bu rahatlığı ile çocukların artan şımarıklıklarının birleşip de etrafa kabus olarak yayılmasını anlayamıyorum anlayamayacağım.

Dün annemle İstinye Park’da arabamıza inmek için bir asansörden inmiş hemen yanındaki diğer asansörü çağırmış bekliyorduk. Hemen o sırada beklediğimiz yere ağlayan 1.5 ya da 2 yaşlarında olduğunu tahmin ettğim bir kız çocuğu, o çocuğun elinden süs olsun diye tutan bir anne ve çocuğun arabasını yine süs olsun diye tutan bir baba geldi. Çocuk hani eskilerin deyimi ile etinden et koparılmış gibi çığlık atıyordu. Belli ki ya acıkmış, ya Cumartesi günü kapalı bir havada alışveriş merkezine doluşan insanlardan sıkılmış ya da ne bileyim inattan falan şımarıklık olsun diye ağlıyor. Yüzüne de baktım gözyaşı ile kıpkırmızı olmuş bir şekilde ağlıyor belli ki gerçek bir ağlama. Annesi sanki bu drum çok normalmiş, ya da ona ve ailesine göre çok normalse bile sosyal bir ortamda diğer insanlara göre de kabul edilebilir bir yanı varmış gibi rahat öyle asansörün yanan lambalarına, sırada bekleyen kadınların botlarınn demirlerine falan bakıyor. Baba da tam bu aileyi tamamlayacak şekilde umarsızca cep telefonu ile oynuyor da oynuyor. Çocuk ebeveynleri onunla ilgilenmeyince daha br bağırıyor.


Devamı için tıklayın..

14.10.2008

İstanbul Keşfi

İstanbul’u özledim. Sabahları işe gitmek için boğuştuğum, ayakta kalabilmek için direndiğim ya da bu güzelim mirasa ihanet eden insanları gördükçe içimin acıdığı İstanbul’u değil. Her anı yaşarken o anı tamamlayan bir fon müziği olur ya aklımda dilimde, bu sefer Madeleine Peyrox ‘dan J'ai Deux Amours dinleyerek sanki Paris’i adım adım keşfedermişim gibi dolaşmak istedim bu büyülü şehri. Annem sevgilim ve ben, güzel bir Pazar kahvaltısından hemen sonra daha önce hiç vakit ayıramadığım Miniatürk’e gittik. Elimizdeki bileti her barkota okutup kısa tarihini dinledik o hep nefesimizi tutarak gezdiğimiz eserlerin minicik hallerine bakarak üstelik. Benim aklımda Gezi Pastaneis’ne gidip hazır fonda Paris varken kahve içip hayallere dalmak vardı ama yanımdaki bu iki deneyimli daha önce hiç gitmediğim Koç Müzesi’ne doğru beni yola çıkardılar ve böylece bu adı sadece gezi olan Pazar günü asla unutamayacağım bir deneyime dönüşüverdi.

Benim gibi nostalji çapkını biri için bu müze tam da biçilmiş kaftandı. Kocaman Rolls Royce arabaların önünde durup içinde pembe bir elbiysele sevgilimin omzuna yaslanıp boğaz turu yaptığımı düşündüğüm nostaljik hayalimi an orada saatlerce kurabilirdim. Hikayelerini bir melodi gibi kulağıma fısıldayan birsürü antikaya dokunup onları dinlemek o kadar keyifli bir duyguydu ki oradan en kısa sürede tam bir günümü ayırmaya söz vererek çıktık.

Bir sonraki durağımız Galata Kulesi’ydi. Seneler seneler evvel orasının nasil bir mahalle olduğunu düşünerek ve zamanın bize kattıklarını, değiştirdiklerini konuşarak bekledik asansör kuryuğunu. Asansörden inip son iki katı çıktığımız merdivenlerde karşılaşacağımız manzara için heyecanlanmaya başlamıştık bile. Kulenin etrafında dönerken, ve bu büyülü şehre en tepeden bakarken hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiverdi. Önemli, değerli, sıradan ya da acı veren bir sürü anımı hapsettiğim bu şehirde en tepeden, o anıların hepsini birden görüyordum sanki. Vizörümün bana yakınlaştırdığı her kare aslında bana o kadar uzaktı ki artık, bir zamanlar bana acı veren şeylerin artık benden ne kadar uzak olduğunu, zamanın nasıl da bir ‘’ilaç’’ olduğunu bir kez bir kez daha anlayarak baktım her tepeye. Ey İstanbul dedim, seni şu an koklayamayan herkes için kokluyorum, ve kanatlarımı gizli saklı tepelerin arasındaki huzura doğru salıveriyorum…

Bu kadar İstanbul bana yetmez dedim, biliyorum ki azıcık ileride Sahaflar kurmuşlar Taksim’in merkezine. Annem yanımda üstelik daha bir anlam kazanmaz mı her bir parça sahaf? Düştük tekrar yollara, tarihin tozlu sayfalarına. Annemin genç kızlık zamanlarından Ses dergileri beni o dergilerin okunduğu küçücük eve götürüverdi. Hiçbirşeyi zamana karşı koruyamıyoruz değil mi? Herşey o kadar büyük bir hızla değişiyor ki, biz de bu değişimde o kadar çok şeyi ellerimizden büşürüp kaybedebiliyoruz ki.

İnsanın dilediği renge boyayabildiği tek şeyi hayal degil mi? Tamam dedim ben metrekareye daha az insanın düştüğü, saygı kavramının hayatımızda olduğu, bu şehrin henüz ihanet etmediğimiz yıllarına dönmek istiyorum hayalimde. Bir fincan kahve filtre ettim mutfağımda, yanına da iki gün önce yaptığım granola sonra da gel keyfim geell..

Granola ile Café Fernando sayesinde tanıştım, tarif de onu bu çok şık tarifinin kendime göre uyarlanması sonucu ortaya çıktı.

Malzemeler

2 su bardağı yulaf ezmesi
1 su bardağı kepek
1 su bardağı kuru dut
1/2 su bardağı kırık ceviz
30 gram tereyağı, eritilmiş
1/2 su bardağı bal
1/3 su bardağı dağ kızılcığı şurubu

Yapılışı

1.Fırın ısınızı 150C’ye getirin ve fırın kabını yağlı kağıt ile kaplayın
2.Bütün malzemeleri derin bir kapda karıştırın ve fırın kabına dökün
3.150 derecede 30 dakika pişirin, fırından çıkarıp dilediğiniz şekilde kesin ve tekrar fırına verin.
4.15 dakika daha pişirip fırından alın. Oda sıcaklığına gelene kadar bekleyin.
Devamı için tıklayın..

5.10.2008

Mış gibi...

Birsürü serzeniş dinlediğim bir bayram daha geldi geçti benim için. Bayram olmasa göreceğimin olmadığı gibi göresimin de gelmediği birsürü ama birsürü insanı görüp onlarla ortak konu bulma yarışına dönüşüyor bayramlar benim için. Bir tek anneanneme gittiğimde karşılaştığım akrabağlarımdan hissettiğim aidiyet duygusu iyi geliyor bana. Bu kadar geçmişine bağlı, nostaljiyi ve eski anıları seven biri için bayramların bu kadar azaba dönüşmesi de ayrı bir ironi olsa gerek

Belki de biliyorum ki ne o bayram sabahları geri gelecek hayatıma, ne ağzıma attığım bir lokumun tadı eskisi ibi tatlı gelecek bana. Belki de bu kabul edilmişlik soğutuyor beni bayramlardan. İnanın devletin 9 gün tatil açıkladığını duyduğum anki ilk tepkim eşime ‘’biz 9 gun ne yapacağız’’ şeklinde olmuştu. İş hayatımda operasyon zamanlarında da bayramlarda hep çalışmak isteyen ben olmuşumdur zaten. Zira sonradan da bir kısmını çalışmak zorunda kaldığıma da hiç tepki bile vermedim mışıl mışıl da çalıştım. Sıkıntılı bir günümde bir telefon açıp da manevi destek bile isteyemeyeceğim bir büyüğün elini öpmek, suni, yapmacık ya da şu görev olsun diye yapılan birsürü şeye benziyor bence. Genellemiyorum, bir kahve içmek ya da sadece sarılmak için günlük koşuşturmacadan telefon bile açamadığımız insanları görmek için vakit ayırmayı demiyorum ben, gitmediğiniz zaman durumu ailevi bir meseleye dayandırabilecek kadar kötü niyetli, ya da ağzımızda tad bırakmayacak kadar huysuz akrabalardan bahsediyorum.


Devamı için tıklayın..