30.12.2007

Dileklerim


Bir önceki yılın neler yaşattığı, bir sonraki yıldan neler beklendiği gibi muhasebelerin yapıldığı şu yılın son birkaç gününde benim de gözümün önünden hep ‘’Neden?’’ sorusunu sorduğum anlar gelip geçiyor. En çok da koca bir yılı neden birilerini ikna etmekle geçirdiğimi düşünüyorum. Mutlu olduğuma, ya da mutsuz olduğuma, üzgün olduğuma dair ikna etmek, sonucu ‘’kötü’’ olsa da ‘’iyi’’ birşey yapmaya çalıştığıma dair ikna etmek, ‘’sevdiğime’’ dair ikna etmek, en çok da bunca kayıba rağmen iyi olacağıma dair ‘’kendimi’’ ikna etmeye çalışmakla koskoca br yıl geçirdim. Söyleyeceğim her yeni kelimenin karşımdakine bir önceki kelimeden farklı bir anlam ifade etmeyeceğini bile bile konuşmak, anlatmak, belki gerçekten anlatabilim diye didinmek, ama her bir adımın yanında anlaşılamamanın yanına eklenen yeni sıfatlar, yeni yaftalar...

Mutsuzluklardan umut, kayıplardan da ders çıkarmaya çalışan şu otomatikleşmiş ruhum işye yine aynı şeyi yapıyor, parmaklarımın arasından akıp gitmiş avuç avuç kuma aldırmadan, elimde kalmış son birkaç taneden neler yaratabilirim diye düşünüyor. Benim için çok zor bir yıl oldu, daha zorları da olacak biliyorum, ama kendimi ikna etmeye çalışmadan anlaşılabileceğim bir yıl diliyorum kendime. Kimbilir belki ben gerçekten kötü ya da zorumdur da aynaya balmıyorumdur. Eğer öyle isem de büyükçe bir ayna olsun karşımda bu sene kendimi ve diğer saklı ruhları görebileceğim.

Biraz zaman diliyorum yeni yıldan onu yaşayabilmek için. En azından yılbaşı kurabiyeleri yapmak için aldığım şeker hamurunu zamansızlıktan kullanamadığım için hamurdan özür dilemeyecek kadar.

Sadece hal hatırlaştığımız bir arkadaşımın beni anladığının onda biri kadar anlasın beni istiyorum geçmiştekilerin.Anlamayacaklar ise de Tanrı’dan unutma yeteneği istiyorum yerine başka birşey koymaksızın.

Nihavent beni bırkmasın yanında da rakı olsun, bir de upuzun dost sofraları olsun, anlattıkça anlatayım kulak çınlatayım istiyorum.

Yapmak isteyip yapamadıklarımı, söylediklerimden pişman olduklarımı, bir de içimdeki aşkı anlatabildiğim kalemim bu sene de kırılmasın benimle olsun istiyorum.

Öğrenip de sindirdiğim herşeyin yanına bir de affetme yetisi istiyorum bu sene. Bir porsiyon öyküme konu olan herşeyi bir bir affedip çekilmek istiyorum yaralı geçmişimin yanından.

Dünyanın öbür ucunda, unutamadığım bir Avrupa şehrine, yine Noel Arefesi’nde gitmek, bu sefer eşimin ellerini tutan ellerime gri yün eldivenler giymek, bir yudum kahve içmek, dünyayı da pembe görmek istiyorum.

Bütün bir sene ne yaşarsam yaşayım fonda Vaya Con Dios’dan Je l'aime je l'aime çalsın, içim hop hop etsin, yüzüm de hep gülsün istiyorun.

En sevdiklerim yanımda olsun, hayatımdan çıkardıklarım çıktıkları yerde dursun, bir de elmalı tarçınlı kekler pişirmeye devam edeyim istiyorum.

Malzemeler;

3 yumurta
1 su bardağı şeker
1 su bardağı sıvı yağ
1 su badağı yoğurt
2 su bardağı tam buğday unu
1 paket kabartma tozu
1 büyük elma
Tarçın

Hazırlanışı;

Fırın ısısını 175 dereceye getirin. Şeker ve yumurtayı köpük köpük olana kadar çırpın. Yağ ve yoğurdu ekleyip çırpmaya devam edin. Un ve kabartma tozunu beraber ekleyip kek hamurunu tamamlayın. Yuvarlak kek kalbınızı yağlayın. Elmanın kabuklarını soyun, dilimleyip kalıbın dibine dizin. Üzerina önce tarçın serpin, sonra kek hamurunu dökün. 40-45 dakika pişirin. Kalıptan çıkardıkta sonra üzerini pudra şekeri ve file fındık ile süsleyin.
Devamı için tıklayın..

19.12.2007

Herkese bol fotoğraflı mutlu bayramlar!


Bir 36’lık film takardık makinelerimize, ve bu sayede büyüklerimzden şanslı sayardık kendimizi çoluk çocuk arabaya doluşup fotoğrafçıya gitmek zorunda kalmadığımız için. Teknoloji hayatımızı güzelleştirip bize zaman kazandırıyor derdik böyle anlarda, ama nelerden uzaklaştırıyor, koparıyor haddini de hesabını da yapamamıştık henüz.

Annemin ablası ve kuzeni ile upuzun saçlarını tarayıp, hatta belki de ütüleyip fotoğrafçıda çektirdiği siyah beyaz fotoğrafındaki özen, benim mini mini bir kız iken, ve pek tabiki kıyafetim pembe iken bayram sabahları evimizin salonunda çektirdiğim fotoğraftaki özen arasında hiçbir fark yoktu. Çünkü bayram sabahlarını özel kılmak isteyen babam, bayram namazından sonra aldığı sıcacık ekmeği peynir ve yumurta ile bize yedirdikten sonra önce radyoyu açar, Barış Manço’nun ‘’Bugün bayram erken kalkın çocuklar’’ şarkısı eşliğinde anneme bayramlıklarımızı giydirmemizi rica eder ardından abimle benim boy boy fotoğraflarımızı çekerdi. Gün herhangi bir gün değildi bayramdı çünkü. Şehir dışına çıkmak için fırsat kollanmadığı, ziyaretlerin zorunluluk görünmediği, cici kıyafetlerin giyilip ‘’kutlandığı’’ bir gündü ki o metalik gri ince makinemiz çekmeceden çıkardı ve bizi ölümsüzleştirirdi.

Makinemize taktığımız bu 36’lık film ne kaday kıymetliydi ki öce kadrajdaki yerlerimiz alınır sonra uzun uzunbakılıp paz verdirilir ardından ‘’çekiyoruuum’’ diye son bir ikazdan sonra deklanşöre basılır, o fotoğraf da ancak 36. poz da çekildikten sonra banyo ettirilir ve görülürdü. Bu yüzdendir aslında anneamin hala kötü çıksa da bir hareketle sileceğimi bildiği dijital makineme poz verilirken ayağa kalkıp ellerini iki yanda birleştirip gülümsemesi... Oysa ki biz fotoğrafçıya kadar gitmek yerine evde kendi fotoğrafımızı kendimiz çektiğimiz için şanslıydık öyle mi?

Şimdi ben yarın sabah kalktığımda günlerdir çalışmaktan alışveriş bile yapamadığım mutfağımda peynirim bile olmadığı için göremediğim sıcak ekmeğime bir de poz veremeyeceğim babamın objektifine mi üzüleceğim? Yoksa evimde bir bayram tatlısı bile yapamadığım için mi? Oysa yaşadığımız hayatı özel kılan, bir an mola verip nerede ve nasıl olduğumuzu bize hatırlatan bu sıradanlaştırdığımız özel anlar değil midir? Peki bu kadar sıradan yaşarsak hayatı çocuklarımıza ne öğeteceğiz biz?

Bu bayram bana çok ani geldi aslında, sadece yastığımın altına koyduğum kırmızı papuçlarım var onu da zar zor bugün alabildiğim. Bir de bu çektiğim resmini hiç beğenmediğim ama sizinle eski bayramlarımı paylaşmak istediğim için yeni birfotoğraf çekmeye vaktim olmadığı için istemiye istemiye eklediğim, içine iki tatlı kaşığı kakao ekleyerek pişirdiğim Dr.Oetker hazır kokos kurabiyelerim, yaninda da çocukluk yüzüme benzediği için dörtbin kiloometre uzaktan yuvama taşıdığım meleklerim..

Bunca şeyin yanında iyi birşeyler olmalı ki hayat dengelensin diye bayramın 4. günü ATV sabah haberlerine çıkacak ve kitabımı konuşacak olmamın heyecanı var. Ama ben herşeye rağmen yarın sabah pespembe giyinip babamın objektifine bakmak istiyorum! Biri beni bir an 20 sene evvelsine götürebilir mi?
Devamı için tıklayın..

14.12.2007

İlk Roportaj


‘’Söyledikleriniz, karşınızdakinin anlama kapasitesi ile sıırlıdır’’ denmiş, ne iyi ifade edilmiş. Bazen bizi dinleyenin kapasitesini düşünmeden sadece söyleyip rahatlamak için konuşuyoruz, bazen de insanlar kendileri bile farketmeden konuşmuş olmak için konuşuyor, ama bizim bile boyumuzu aşan yerlere, amaçsız olaylara erişebiliyor. Birşey söylüyor ya da işitiyouz ama ne amacı var konuşuyor olmamızın ne de bir yararı...Tüm bunların yanında bazen de zor da olsa adına sohbet denilen şeyi yakalayıp, hiç bırakmak istemeden anlatmak anlatmak anlatmak isteyebiliyoruz.

Hürriyet Gazetesi’nden sevgili Cahit Akyol ile ‘’Bir Porsiyon Öykü’’ hakkında yaptığımız söyleşi de işte tam da anlatmaya çalıştığım gibi sohbetin ta kendisiyi. Cahit Bey sordu, ben anlattıkça anlattım, ben anlattıkça da o dinledi. Gözünü kırpmadan, araya girmeden ve ilgiyle dinlenmek hayattaki en samimi duygulardan biri...

Bir öğleden hemen sonra, küçük ve sıcak kahve dükkanında sonlara yaklaştığımız bu sohbetin sondan bir evvelki arasında Cahit Bey bana öyküleri yemeklere nasıl bağladığımı sordu. Ben de ona, onunla sohbetimi bloğuma nasıl yazacağımı anlattım...

.....boğazlı kazağımın bile üzerine atkı bağlayacak kadar soğuk ama içimi sıradan bir yaz gününden daha çok ısıtan bu aydınlık günün sonunda, ilk başta elimi kolumu nereye koyacağımı bile bilemezken, nasıl oluyor da şimdi bu kadar rahat ve sadece ben olabiliyordum kendim bile hayret etmiştim. Ülkemizdeki sosyal durumumuza ve elbet sıkıntılarımıza eşlik eden bu şeyin aslında kahve değil de bir duble rakı olması gerektiğini hayal ediyor bir yandan da aslında belkide yüzlerce insanın okuyacağı bir haber için özel bilgiler veriyor olmanın endişesini yaşıyor ama konuşuyor konuşuyor ve konuşuyordum. Tüm bunların yanında hafta içi, hem de günün tam ortasında bir cafede bir saati aşan bir sohbetin sonunda havanın hala aydınlık olmasının içime değdirdiği tadı, ancak çikolatalı ekmeğin üzerine sürülen nutellanın verebileceğini anlatarak bir porsiyon öykü daha yazmış oldum aslında....

Malzemeler

1.5 su bardağı çavdar unu ekmek karışımı
2.5 su bardağı un
1 yumurta
1 su bardağı su
½ su bardağı süt
3 çay kaşığı kakao
1.5 çay kaşığı tuz
2 yemek kaşığı toz şeker
25 gr. Margarin
1.5 çay kaşığı kuru maya
2/3 su bardağı damla çikolata

Hazırlanışı:

Ben bu ekmeği Söke Un un ekmek karışımının üzerindeki bir tarifi uygulayarak ekmek makinesinde yaptım. Ekmek makinesi için süreç zaten ilk önce sıvı sonra kuru malzemeleri koyup, düğmeye basmak ve TV izlemek. Makinesi olamayanlar için de mayalandırma sürecinden sonra 210 derecede 45-50 dakika pişirmek.
Devamı için tıklayın..

13.12.2007

Blogum ve Ben


Sevgili Burçin beni yeni bir oyun için mimlemiş. Bu oyunlarda birbirimizi ne kadar yakından tanıyoruz değil mi?

Dünden beri karanlık olan hava beni ortaçağ ruhuna büründürdü. Canım orta Fransa’da elimde fotoğraf makinesi ile şatoları gezmek, öğle yemeğinde keçi peyniri yemek, yanında senelerce yıllandırılmış bir kadeh kırmızı şarap içmek ve bütün atmosferi içime çekip dinlenmek istiyor. Mesela Usse şatosunda masala ilham veren Uyuyan Güzel olsam, sadece buraya yazmak için uyansam, ama yine aklımda fikrim Paris ve yemek olsa fena olmaz mıydı?

Canım Burçinciğim, elimden geldiğinde soruları cevaplandırdım. Ben de bu vesile ile sevgili Dilek’i, Canan’i ve Defnem’i sobelemek istiyorum.

1-) Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?

Şubat 2007 ‘de ilk tarifimi yayınladığımda yaklaşık 6 aydır yemek bloglarını takip ediyordum. Benim de yaptıklarım, ama herşeyden önce yaptıklarımın bir öyküsünün olduğunu düşündüm.Bu yüzden yaptıklarımı sunarken hep yazdım. İlk tarifimde sadece içimden gelenleri, sonrasında ise düşünüp vakit ayırıp kurgulayarak yazdım.

2-) Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?
Belli bir çizgide olması için çaba sarfediyorum, ve öyle de olduğuna inanıyorum.

3-) Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?

Benim için en büyük sıkıntı fotoğraf çekmek. Yapay ışık sevmeyen biri olarak bana fotograf çekmek için kalan tek zaman hafta sonları oluyor. Havanın çok erken karardığı şu kış günlerinde ise fotoğrafı günışığına yetiştirmek için uykumdan, uzun kahvaltımdan, her türlü hafta sonu gündüz aktivitesinden feragat ediyorum.

4-) Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?

Belki, kitap için alıştığım dönemde bloğa çok seyrek yazdım, bu yüzden beni merak edenler, daha sık yazmamı isteyenler oldu tabi. Bu bekleyiş, bekleneni veremiyorum diye germedi değil. Çünkü kimseye bir açıklama da yapamamıştım.

5-) Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?

Üretebildiğim sürece...
Devamı için tıklayın..

7.12.2007

Uğurböceği Hikayesi


Son 2 haftadır extra bir durumdan ötürü akşamları çok geç saatlere kadar çalışıyorum. Haliye gece eve gelir gelmez yatıyor, bu sebele de hafta sonu elimi kolumu kaldıramayacak kadar da güçsüz ve mutsuz oluyorum. Ama geçtiğimiz Cumartesi kitabın çıkmasının bende biriktirdiği enerji bu haftanın çok enerjik ve mutlu geçmesine vesile oldu.
Pazartesi günü Aralık ayına ait Sofra, Lezzet, Gusto ve Madame Figaro dergilerinde çıkan tanıtım yazılarını öğrenmem ile sabah sabah ofisten fırlayıp dergileri bir arayışım vardı ki sormayın. Kitabın çıkışını facebook, msn, mail gibi birçok yolla duyurduktan sonra gelen telefon ve tebrik mailleri, özellikle Papatya Dünya’da yazılan içten tebrikler beni ne kadar mutlu etti anlatamam.En son bugün de Star Gazetesinde çıkan haber ile kalbim nasıl güm güm etti, bir an ağlayacak gibi oldum.
Benim için en önemli şey ise kitabı bir kitapçının rafında görmekti. Bu sebeple her öğlen işyerimden DNR’ yürüyüp zavallı tezgahtarları soru yağmuruna tuttum. Nihayet en son dün akşam kolilerin geldiğini ve bugun sabah raflara dizileceğini öğrendikten sonra biraz rahatlayarak eve döndüm. Bugün ise annem ağlayarak beni arayıp DNR’da kitabı gördüğünü ve satın aldığını Starbucks'a oturup önsözü okuduğunu ağlayarak bana heyecanını anlatmaya çalışıyordu. Her türlü tebriğin, gazete haberinin her ama her şeyin yanında bir insanın annesinin çocuğu ile duyduğu gururu ağlayarak anlatması kadar sevginin taştığı ve bitip bitip tekrar yaratıldığı bir an daha olamaz diye düşünüyorum.
Tüm bunlar olduğu anlarda ve sonrasında bu akşam yine çalıştım. Ama saat 22:00 de beni almaya gelen eşime doğru yürürken yağmurun keskin bir rüzgar ile vurduğu yüzümdeki gülümsemeyi artık bir kitapçıda kitabımı gördükten sonra yüzümde oluşacak gülümseme ile değiştirmek isteyerek o saatten sonra Beyoğlu’na gitmeyi eşime teklif ettim.

Hızla yağan bir yağmurda kaloriferin soba gibi sıcak üflediği arabamızda, camlarımızın birer parmak açıklığından kollarımıza vuran yağmur ile, radyo 91.0 da son zamanlarda popüler insanların kirlettiği eski şarkıları gerçek sahiplerinden dinleyerek Beyoğlu’na vardık. Otoparktan çıkıp da Büyük Londra Oteli’ni gördüğümde eşime ‘’bak’’ dedim, işte kendimi bir tek burada Paris’de gibi hissedebiliyorum. Birlikte Pera Palas’in aslında Eyfel Kulesi olduğunu hayal ederek, elele ve ıslanarak bizi çağıran bir melodiye doğru hızlı hızlı yürüdük. Ben her zaman yaptığım gibi huzurum ile mutluluğumun ender olarak kesiştiği bu anı hep hatırlayabilmek adına kendime küçük bir hediye aldım. Bu arada duyduğum enfes kahve kokusu ve noel arefesinin kırmızı yeşil renklerinin bana verdiği enerji ile gecenin bir yarısı Beyoğlu’ndaki bütük kitapçılara girip kitabımı sorduk durduk. Ve hala henüz görememişken eve dönmek üzere yola çıkarken duyduğum en son melodi Sezen Aksu’nun tarifsiz yorumundan duyduğum bir Çeyrek şarkısı idi: ‘’Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni...’’

Tüm bunlar olup biterken, kitabımı göremediğim bir günün sonunda ben sigaramın dumanına saklamak istediklerimi düşünürken, aslında bir hikaye yazmak için beklettiğim, ama kendi hikayesini bugün kendi kendine yazan uğur böceklerim aklıma geldi. Kendisini üzen bir uğurböceğinin, aslında şekerden yapıldığını, tatlının insanı mutlu ettiğini bu yüzden de şekerden yapılan bir uğur böceğinin onu mutsuz etmesinin imkanı olmadığını, aksine mutlu ettiğini kanıtlamak için arkadaşıma yaptığım bu uğur böcekli cupcake ler, bugün sonunda arkadaşımı çok mutlu etti. Bana da mutluluk kokan bu günün bütün detalarını size anlatmak kaldı geriye...

Malzemeler;

100 gr tereyağ
¾ su bardğı toz şeker
2 büyük yumurta
1.5 su bardağı un
1 paket kabartma tozu
40 gr. Bitter çikolata


Hazırlanışı;

Fırın ısınızı 200 dereceye getirin. Bir tencerede tereyağı ve bitter çikolatayı karıştırarak eritin. Ayrı bir kapta yumurta ile şekeri iyice çırpın, ardından tereyağ ve çikolata karışımını ekleyin. En son un ve kabartma tozu ekleyip muffin kabının ¾ unu dolduracak şekilde fırınlayın. 15-17 dakika sonra cupcakeler hazır. Süslemek için de hayal gücü size kalmış...
Devamı için tıklayın..

2.12.2007

Papatya Dünya Kitap Oldu!



‘’Tadı yüreğinde kalmak...

Günler, aylar, yıllar geçti.. Büyüdüm, kendi mutfağıma kavuştum, tıpkı kendi işime, kendi evime, kendi evliliğime kavuştuğum gibi..

Geçmişe bir dönüp baktım, neşeli, hüzünlü günlere... Ne kadar anlamlı, ne kadar farklı şu günlerden. Farklı olan nedir diye düşündüm.. Yarı siyah beyaz, yarı renkli bir çok hatıranın yanı sıra, geçmişin, yani bu kitaba konu olan her satırın bambaşka bir büyüsü vardı sanki..

Tadı yüreğimde kalan bu anları, anılarımda saklandığı yerden çıkarmak, paylaşmak istedim. Çünkü her yemeğin ufak da olsa bir öyküsü vardır. Yoksa oyun aralarında yediğimiz salçalı ekmeğe nasıl kocaman bir çocukluk sığdırabilirdik ki?

Paylaşırken sizlerinde bana bu öyküleri yazdıran tatları almanız için tariflerini de iliştirdim her öykünün sonuna. Çünkü öyküler yemeğin üzerindeki sos gibidir. Bir evvelkini hatırlamadığımız, bir sonrakini hayal etmediğimiz yemekler hep bir tadı eksik kalan sofra gibidir.

Öyküler mi tariflere, tarifler mi öykülere sos olur orasını bilemem ama ben bütün bunları sizlerle paylaşabilmiş olmaktan dolayı çok mutluyum..

Umarım sizler de yaşamış olduğunuz o yıllara bir porsiyoncuk olsun döner, öyküler ile o yılların tadını yüreğinizde, tarifler ile damağınızda hissedersiniz..’’




Dun akşam üzeri DNR’da acaba ben kitabımı hangi rafta goreceğim, ne hissedeceğim diye hayaller kurarken yayınevimden sevgili Asya’nn telefonu ile rüyalarımdan gerçek dünyaya döndüm. Kitap çıkmıştı ve Asya’nın elindeydi ve beni bekliyordu. Dun akşamdan beri de elimde, hem de tarifi imkansız duygular ile birlikte..

Yazdım, pişirdim, resimlerini çektim. Tanıdığım en yetenekli tasarımcı, sevgili arkadaşım Simge bu muhteşem kapağı tasarladı. Şimdi papatya dunya internette değil akşam hemen yatmadan başucunuzda, sevdiklerinize sımsıcak öyküler okumak, anlatma için.

Yazmak için kitabın rafta olduğunu görmek gerekiyordu ama daha fazla bekleyemedim, şu an dağıtımda, önümüzdeki hafta içi internet dışında kitapçılarda da raflarda olacak. Kitabın resmi sitesi Bir Porsiyon Öykü'de açıldı, güncellenmeye devam ediyor.

‘’Annem Pazar günleri hep cevizli üzümlü kurabiye yapardı bana’’ diye başlayan bir öyküye değil, kocaman bir kitaba eşlik etsin diye anne kurabiyesinin tarifi de burada, ve kurabiye de hemen kitabımın yanında.....

Malzemeler;

1 paket da sıcaklığında tereyağ
2 adet yumurta
1 su bardağı şeker
2 su bardağı yoğurt
6 su bardağı un
1 paket kabartma tozu
1 su bardağı ceviz
1 su bardağı kuru üzüm
Üzerine serpmek için pudra şekeri

Hazırlanışı;

Fırını 180 dereceye ayarlayın. Ceviz ve üzüm hariç bütün malzemelerden kurabiye hamurunu elde edin. Ceviz ve üzümü de ekleyip yoğurup parça parça kopararak şekil vermeden yağlı kağıt derili fırın tepsizine dizin. 180 derece fırında 15 dakika pembeleşene kadar pişirin. Üzerine pudra şekeri serpiştirerek servis edin.
Devamı için tıklayın..