27.06.2007

Figüranlıktan Oyunculuğa


Özel günlerde çekilen fotoğraflardaki eksik insan sayısı kadardır yalnızlığımız. Çocukluk anılarımızın her birini oluşturan ve yıllar sonra detayları ile bize anlatan insanlar eksildikçe, her bir anı gün be gün flulaşır sanki. Bir gün kırmızı entarili bir kız çocuğu iken, annemizin yüzündeki çizgiler kendimize getirir bizi, o an fark ederiz ‘’anne’’ olduğumuzu. Küçücük bir melekken figüranlığı yaşatan hayat, bir gün olur bizi başrolün tam da ortasına koyar kameraları ve ışıkları ile. Ne ‘’Stop!’’ diye bağıran kurtarıcılar vardır sıkıştığımızda, ne de çekip gidebileceğimiz başka hayatlar, başka filmler…

Zaman hiç geçmeyecek, roller hiç değişmeyecek sanırız hayatta. Biri kalem kutumuzu kırar, ağlayarak eve geliriz, annemiz gider bize yeni bir kalem kutusu alır. Bizim için hayatta o günkü sorun kalem kutusunun kırılması değil, annemize nasıl söyleyeceğizdir aslında. Çünkü söyledikten sonrası zaten çözülür. Anne bize ya kızar, ya bizi haklı bulur, ama tıkanıp kaldığımız o en büyük düğümün karşısında, bizden başka birileri vardır işte o düğümü boğazına alıp bizim yerimize yutkunamayacak. Biz rahat rahat yutkunuruz anneye hesap verip en büyük görevimizi gerçekleştirdikten sonra. Oysa ‘’büyümek’’ denen olgunun tam da karşısında çırılçıplak kalırız bir gün. Bir bakmışız ki roller değişmiş, artık hayatımızda düğümleri çözebilecek bizden başka kimse yok. İşte o anın şaşkınlığı ile yapılan hatalar bütün hayata malolur aslında. Hayatta öğrenmemiz gereken, aciz olduğumuz zamanlarda hata yapmama lüksümüzdür bir tek belkide.

Herkesin hayatında başaramadığı başarısızlıklar, kazanamadığı zaferler vardır oysa ama o fotoğraf eksilmeden önce biz başımıza bu başarısızlıklar gelmeyecektir diye gururla bakarız hayata. Figüran olan birinin başrole geçme olasılığı ne ise, biz de o olasılık ile bakarız dünyadaki sorunların tam da göbeğine. O gerçek dünya karşımıza çıktığında da ne biz zafersizlikleri rahatça giyebiliriz üzerimize, ne de o başrolü yaşayan anneler kabullenebilirler çocuklarının zafersizliğine. İşte tam da bu zamanda, o zafersizliğin kendi başlarına gelmeyeceğini sanan diğer figüranlar, hep figüran kalacaklarını zannedip hata yaptıkça yapar, ama hep başkalarına yuttururlar o koskoca düğüleri. En sonunda da böyle dizelerce yazı yazan insanlar çıkar ortaya nerden ilham aldığını anlatamayacak kadar bıkkın.

Gerçekle çırılçıplak karşılaştığımız gün, işte o fotoğraftaki insanların birer birer hayatımızdan çekip gittiği anın ta kendisidir aslında. Bizim hayatımızda ölen, ya da başka sebeplerden hayatımızdan çıkan halaların, teyzelerin yerine, biz başka başka miniklerin fotoğraflarında hala ya da teyzeyizdir artık, ne kadar kabullenmek istemesek de…

Aynı evi paylaşan sıkı dostlukların sona ermesi ile yavaş yavaş bizi alıştıran yalnızlık bir gün aynı anneden doğan iki kardeşin bile birbirlerinden kopmasını usul usul izletir biz gönlü geniş insanlara. Taaa en başında yıllarca konuşup kabullenemediğimiz insanları bir kalemde nasıl silip attığımıza kendimiz bile şaşırırız eğer bu yalnızlığa alıştı isek. Ki hayat insana neleri alıştırıyor ki en çok biz biliriz.

Yıllar önce çekilen bir fotoğrafı bugünkü fotoğraf ile karşılaştırdığımızda elimizde kalan kadar yalnızızdır işte. Hayatta ananeleri, babaanneleri ve dedeleri bile hayatta olan ve ailelerinden hiç kayıp vermemiş insanlardır işte o çocukluğunu hala doyasıya yaşayabilenler. Çünkü hala 20 sene önce anlatılan bir anıyı, oyuncuları ile birlikte yaşayabiliyordur koca hayatında. ‘’Biz eskiden’’ diye başlayan tüm cümleleri kurabiliyorken, ben onları ‘’Ben eskiden’’ diye başlayan cümlelerle seyrederim yarı kıskançlık yarı içimdeki isyanlarla.

Fotoğraflara bakıp bakıp yazarım sonra tek tek anılarımı bir varmış bir yokmuş diye.

Sonra da bu cümlelerde kendilerini bulan bir sürü başrol oyuncusuna ikram ederim bir dilim muffin ile.

Malzemeler;

3 adet yumurta
1,5 bardak toz şeker
175 gr margarin
1 ay bardağı sıvıyağ
1 su bardağı süt
1 çay bardağı yoğurt
2,5 su bardağı un
1 su bardağı kakao
1 paket kabartma tozu
1/2 paket rendelenmiş bitter çikolata

Hazırlanışı;

1-Bütün malzemelerinizi oda sıcaklığına gelmeleri için yaklaşık 30 dakika önceden dolaptan çıkarın.
2-Fırın ısınızı 175 dereceye getrin.
3-Yumurta ile toz şekeri 10 dakika kadar eker eriyip krema kıvamına gelene kadar iyice çırpın.
4-Margarin, sıvıyağ, süt ve yoğurdu ekleyip çırpmaya devam edin.
5-Un, Kakao ve kabartma tozunu aynı anda ekleyin ve çok fazla çırpmadan, sadece kek hamuru oluşana kadar karıştırın.
6-Yağlanmış muffin kalıplarınıza kek hamurunu bölüştürün ve üzerine rendelenmiş çikolatayı serpiştirin.
7–30–35 dakika, batırdığınız kürdan temiz çıkana kadar pişirin.

Not: 1-Margarin kullanmak istemiyorsanız margarin+1 çay bardağı sıvıyağ yerine 1 su bardağı sıvıyağ kullanabilirsiniz.
2-Kürdan, rendelenmiş çikolatadan ötürü tertemiz çıkmayacaktır, sadece içinin piştiğinden emin olunca fırından çıkarabilirsiniz.
Devamı için tıklayın..

25.06.2007

Ben neredeyim?


Bizden büyüklerin ‘’Biz sizin yaşınızdayken’’ diye başlayan çocukluk anılarını dinlediğim, bizlerin de ‘’Eskiden ne çok kalabalıktık, seneler geçtikçe sayımız azalıyor, bu gidişle burası bomboş olacak, bizsiz kalacak’’ dediğimiz o yerin, ‘’bizsiz’’ kalan kısmının tam ortasında, çocuk seslerinin yükseldiği büyük duvarın badana yapılmamış, çatlamış kısmındayım.

Hafta içi günlerinin şu an yaşanan hafta sonu kalabalığından fazla olduğu evimizin bahçesinde, duyabildiğim tek ses olan dalga sesinde uyuyan annemin salıncağının yanında, çok ama çok eski zamanlarda bir rüyadayım. Arkamdaki evimizin üst katındaki en yakın arkadaşım uyanacak ve biz sahile ineceğiz birazdan. Ya da yan evimizden başka arkadaşlarımın seslerini duyacak ve yanlarına gideceğim. Belki de diğerleri sahilde toplanmış maç için bizi bekliyordur. Ama diyorum ya tek ses dalga sesi diye.

Bundan 20 sene sonra nerede ve ne yapıyor olacağım acaba diye düşündüğüm yerde, tam 20 sene sonrasındayım. Beni yıllar kadar hızlı kovalayan gücüm ya da güçsüzlüğüm de benimle birlikte hala.Yedi farklı notanın sadece yedi faktöriyel kadar farklı birleşerek oluşturduğu melodilerin, o kendince birleşmiş bilmem kaçıncı deneyiminde , hala aynı grupta, hala aynı ezgide, ilk defa eriğine yetişemediğim canım ağacımın tam da altındayım.

İçimden gitmek, görmek, yazmak ve göstermek gelirken elimden hiç bir şey gelmiyor. Elimden geldiğinde de içimden gelmiyor zaten. Hormonsal bir durum sanki, çalışsa dert, çalışmasa ayrı dert...

Hafta sonu geldiğim annemin yanından eve de dönmedim, bugün işe de gitmedim. Şimdi ben bunları yazsam, hepinizin canı sıkılacak, çocukluk anılarımı yazsam, okurken o resimdeki insanların tümüne ben kızacağım. İyisi mi ben bu sıcakta sizi kocaman bir bardak margarita ile biraz serinleteyim. Grinin beyaza ya da siyaha döndüğü o en kısa zamanda da istemesem de harıl harıl yazıyor olacağım zaten..

(Not: Tekila ve Cointreau ile yaptığım gerçek margarita tarifimi birgün vereceğim, ama bu seferlik elimizdeki malzemeler ile yaptığım tarifimi verebiliyorum size.Beni merak edenler olduğunu duyunca da çocuk gibi sevindim, etrafımda kimse kalmayacak diye inandırmıştım kendimi ,halbuki birileri varmış!)


Frambuazlı Margarita

Malzemeler;

Yarım paket dondurulmuş frambuaz
2 kalıp buz
1 bardak portakal suyu
1 bardak elma suyu
yarım limonun suyu
4 adet kesme şeker
1 bardak votka

Yapılışı;

1-Bütün malzemeyi balandere koyup en yüksek devirde 2 dakika parçalayın.
2-Taze nane yaprağı ile süsleyip servis yapın.
Devamı için tıklayın..

16.06.2007

Hatıralardaki detaylar...


Bütün evlerin denize paralel inci gibi dizildiği bir sahil kasabasının en güzel eviydi. Yine denize bakan bir apartmanın sağ tarafındaki giriş kapısından içeri girip, iki ya da üç kat yukarı çıkıyorduk ve yine salondan iki adım önümüzdeki denizi görünüyordu. Bir duvarı boydan boya cam olan salon, salon ve salamanje olmak üzere ikiye ayrılmış, salon kısmı soldaydı. Ama salon kısmındaki camın önünde, cama dik komumda ama karşılıklı 2 adet üçlü koltuk gri renkte ve kadifeydi. Evdeki bütün mobilyalar açık kahverengi ve tahminimce 70 li yılların modası olan küçük komedinler, abajur sehpaları vardı. İçerisi bir müzeyi geziyormuşçasına ‘’eski’’ kokuyor ve hafızamdan silinen diğer ayrıntılara inat bu koku beni tam 20 sene sonra orayı tarif etmeme yetiyordu.

Denize bakan cephede balkon yoktu ama ben yaz kış denizi seyrediyordum. Sanki benim orada olduğumu biliyormuşçasına rüzgâr hep poyrazdan esiyordu, bu yüzden deniz hep lacivert, kıpır kıpır ve asiydi. Evin hemen önünde bir yürüyüş yolu, yolun hemen dibinde de deniz ayağımın altındaydı sanki. Hava ne kadar sıcak olursa olsun kimse az ilerideki plaj dışında burada deniz girmez, bu yüzden benimle karşı kıyı arasında sadece deniz olurdu.

Evin girişinde küçük bir bahçe, bahçenin kapısında oval bir kapı ve bu kapıyı sarmış kırmızı bir gül ağacı vardı. O zamanki aklımla bile masum olamayan bu evin sahibi, mevsimindeyken bu kırmızı gülleri toplar ve reçel yapardı. Gülün de yenebildiğini ilk orada öğrenmiştim. Gündüzleri bu güllerin arasında bir tas su ile ıslattığım topraktan şekillerle köfteler pastalar yapar, kendi kendime evcilik oynardım. Gündüzleri biraz sıkılsam da, akşamı beklemek yine beni heyecanlandırırdı. Çünkü akşamları evden yürüyüş mesafesinde olan lunapark gündüzleri bana göz kırpar dururdu. Uzun yaz akşamlarında herkes sahile yürüyüşe inerdi. Kadınların, erkeklerin en çok da çocukların olduğu yürüyüş yolunda, içinde paketlenmiş çekirdek ve kâğıt helvaların olduğu seyyar arabalara yaklaştığımızda lunaparka az kaldığını anlardım. Bütün oyuncakların içinde beni en çok binmemin yasak olduğu büyük zincirli salıncak cezp ederdi. Söylentilere göre bu zincire binen bir kız, zincirin kopması sonucu denizin taaa ortasına kadar uçmuş ve kızı bir daha hiç bulamamışlar. Ben de o kız gibi denizin ortasına uçmak istemiyordum çünkü karanlıkta kıyıya kadar yüzebileceğimden emin değildim. Bu yüzden atlıkarıncada sıramı bekler, en çok da yeleri mavi olan büyük ata biner ve saçlarımı rüzgâra karşı savururdum.

Lunaparktan sonra çay bahçesine gider, herkesin içtiği Türk Kahvesine ben kalın koyu renkli şişede şeftalili meysu ile eşlik ederdim. Deniz karşı kurulu beyaz florasan ile aydınlatılmış, kırmızı örtülerin altındaki tahta masada, yine tahta sandalyelere oturmuş kahkahalar atan büyükleri dinlerken esnemek ne tatlı şeydir. Saatler sohbetleri, sohbetler uykuları kovalar ve herkes evinin yolunu tutar. Dönüş yolundaki tek dondurmacı beni bekliyordur eminim. Sağ tarafında altın rengi kocaman bir karıştırıcı içerisinde mayalanan dondurmayı sol tarafta sadece gri kapakları açılıp gösterilerek ikram edilen 3 ya da 5 çeşitli dondurmadan en çok karamellisini severim. Sonra erimiş çikolataya sonra da fıstığa batırır heyecanla yerim.

Bu kadar çok ayrıntıya güvenerek geçen 20 kocaman yıla aldırmadan yola düştüm. Denizi sağ tarafıma alıp saatlerce yol gittim. Sıkıldığımda beni oyalamak için babamın camdan gösterip selam verdirdiği askerleri tekrar gördüğümde artık evi bulacağımdan adım gibi emindim. Denize girilen plaj yerli yerinde duruyordu. Lunaparkın yerine bir çay bahçesi daha yapılmış, ama sanki bir an gözümü kapatsam gülen çocukların çığlıkları kulağımda. Dondurmacı da orada evet, hala aynı kazanı ve kaplarıyla…

Bir aşağı bir yukarı gittim, her evin önünde durup hafızamla kavga ettim. Evlere sırtımı dönüp, seyrettiğim poyrazın açısını zihnime oturtmaya çalıştım. Bahçe kapısında kırmızı gül olan evlerde duvarların renklerine baktım. Ama evi bulamadım…

Kaybettiğimiz, bulamadığımız, unuttuğumuz ya da hatırladığımız o evlerde en çok akşamüstü çayları içilir, gün batana kadar kahkaha sesleri yükselirdi. Bir gün o sesler kesildi. Ama benim aklım fikrim hala o akşamüstü çaylarında kaldı.

Malzemeler;

125 g margarin
2 yemek kaşığı sıvı yağ
2 yemek kaşığı toz şeker
2 yemek kaşığı yoğurt
1 tatlı kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı mahlep
1 çay kaşığı domates salçası
2–2,5 su bardağı un
1 paket kabartma tozu
1 yumurta sarısı
Çörekotu

Hazırlanışı:

1-Fırın ısısını 180 dereceye getirin.
2-Margarin, sıvıyağ, tozşeker, yoğurt, tuz, mahlep ve domates salçasını yoğurun.
3-Un ve kabarta tozunu da ekleyip yumuşak bir hamur elde edin.
4-Hamurdan mandalina büyüklüğünde parçalar koparıp iki elinizin arasında rulo gibi uzatın
5-Ruloyu tezgâha koyup elinizle üzerine hafif bastırın.
6-Islak bir bıçak ile dilimleyin ve yağlı kâğıt serili tepsiye dizin.
7- Üzerine yumurta sarısı ve çörekotu ekleyin.
8–180 derecede 15–20 dakika pişirin.
Devamı için tıklayın..

14.06.2007

Ağlak Bebek!


Ben doğduğum andan 2,5 seneki o ilahi geceye kadar bir an bile susmadan sürekli ağlamışım. Gecelerini annem beni sallar babam uyur, sonrasında babam beni sallar annem uyur şeklinde geçiren ebeveynlerim hayatlarının toplam yaşlanma ortalamalarının hemen hemen yarısını o zaman yaşamışlar. Hatta bir gece sinir krizi geçiren babamın beni havaya kaldırıp bağırması sonucunda annemin tam da boşlukta beni yakaladığı ve şu kutsal hayatımı yaşamama vesile olduğu rivayetler arasındadır. Ağlamaktan çatlayan ve kanayan göbek deliğim, 3,5 kilo olarak dünyaya gelişimden sonraki 2. ayda hala 3,5 kilo olmam gibi sebeplerden ötürü aşındırdıkları doktor amcalardan bir tanesi, daha ben annemin kucağında bekleme salonunda iken çıkardığım seslere dayanamayıp annemleri kovmuş. Konu komşu, akrabalar, arkadaşlar Ve tam 2,5 sene sonra o ilahi gecede ben sallarken uyuyakalan annem, uyandığında benim ağlamadığımı görünce uyku sersemi benim öldüğümü zannedip ağlamaya başlamış. Ağlama sesine uyanan babam da eğilip nefesimi dinlemiş. Ölmeyip uyuduğuma karar verdiklerinde ise ya uyanırsam diye heyecandan sabaha kadar başımda beklemişler. Hatta ertesi gün de geceyi zor etmişler ben uyuyacak mıyım acaba diye. Gece olup da uykuya daldığımı görünce de mutluluktan ne yapacaklarını şaşırmışlar.

Dünyaya gelmeyi herhalde istememiş olan bebek ben, dünyanın ne olduğu hakkında fikir sahibi olmaya çalışan çocuk ben olma yolunda da ağlama konusunda aynı azmi devam ettirmiş, günün çeşitli anlarında çeşitli şeylere ağlayarak etrafımdaki herkesi bir güzel bezdirmiştim. Pedagoglar, büyükler, kitaplar, hiçbiri ağlamama çare bulamamıştı. Annem o kadar çok sıkılmıştı ki benim ağlamamdan, ben ağlayacağım zaman beni odama götürür, içindeki siniri dişlerinin ısırdığı dudaklarının arasından kelimelere döküverirsin: ‘’Ağlayacak mısın kızım? Bitince beni çağır oldu mu güzel evladım!’’

Bu kadar çok ağlamak için de metabolizmadan enerji tüketilmesi gerekiyor değil mi? E haliye ben de çok ama çok zayıf bir çocuktum. Charles iş başında dizisinden görüp istediğim strech kot pantolonu almasına almıştı annem bana ama bende strech durmuyordu. Ben bu duruma ağlıyor, ağladıkça kilo veriyor, kilo verdikçe pantolon daha bir olmuyordu. Okula giderken bacaklarım kalın olsun diye üst üste 2 tane külotlu çorap giyer, kot pantolonumun altına eşofman giymeden çıkamazdım.

Bütün bu zayıflığıma rağmen bir de uzun olan boyum işleri daha da kötüleştirmiş beni hastalıklı bir insan tipine sokmuştu.

O zamanlar en büyük gençlik bunalımım olan kilomun şimdilerde özeneceğim bir şey olacağını nerden bilebilirdim? Her şey Üniversite ile birlikte işe başlamam ile gelişti. Masa başında geçirilen saatler, araba alınması ile yok olan yürüyüşler ve zamansızlıktan yenen fast food lar sonunda beni önce balıketine sonra hafif kilolu halime getirdi.

İlk başlarda balıketi kıvamına geldikçe rejim yapıyor, birkaç kilo verdikten sonra eski yaşamıma devam ediyordum. Ama sonraları büyüyen midem ve açılan iştahım bu programımı bir güzel bozuverdi. Bütün gün oruç tuttuktan sonra iftarda bir adet hamburger menüyü bile bitiremeyen insandan hamburgerin yanında tavuk parçaları, oradan da üzerine tatlı şeklinde eklemelere giden bir insana dönüştüm.

‘’Ay olsun boyun uzun’’, ‘’Göstermiyorsun’’ , ‘’Kilo eşit dağılmış, en azından basenlerin yok’’ lafları beni az bir süre oyalayabildi. Hele ki 1 sene önce sigarayı da bırakmam ile eklenen kilolarım sonucu telafisi imkânsız hasarlara doğru yelken açtı.

Hemen, acilen bir beslenme uzmanına gittim. Kilolarımın eşit dağıldığını, spor yapmamdan ötürü kas oranımın iyi olduğunu, metabolizmamın bir erkek gibi hızlı çalıştığı gibi pozitif duruma hazırlama laflarından sonra kendisi gerçeğe geldi. Maksimum kilo sınırımın 8 kilo üzerindeydim. Acilen verilen bir beslenme programı, desteklenen egzersizler ve bitkisel destekler ile bugüne geldim. Tam 10 kilo vererek maksimum Sınırımın altına indim ve ortalama kiloya yaklaşmaya çalışıyorum.

Bu süreçte de hepinizin tahmin edebileceği gibi beslenmeyi en baştan öğrendim. Şekerin vücudumda yarattığı tahribatları, beyaz un’un aslında ne olduğunu, beslenme ile abartma arasındaki farkları gün be gün öğrendim.

İlk başlarda hayatımın sonuna kadar vedalaşacağımı sandığım tatlılara şimdilerde hafif ve sağlıklı reçeteler ile ulaşmaya çalışıyorum. Tam da bu günlerde diyabetik tarifler konulu etkinlik benim ne kadar hoşuma gitti artık tahmin edebiliyorsunuzdur.

‘’Üç Beyazsız Hamur İşleri’’ isimli kitaptan öğrendiklerimce kendi kendice uydurduğum diyet, hafif hamur işlerimden hangisini görücüye çıkarsam diye düşünürken bugün canımın çok fazla Portakal Ağacından görüp de diyete çevirdiğim havuçlu kek çektiğini fark ettim.

(Not: Kek daha düşük kalorili olsun diye sıvı tatlandırıcı ile yapmayı denedim, fakat kekin puf puf olup güzel kabarmasını sağlayan en önemli etken yumurta ile şekerin uzun uzun çırpılması olduğundan, sıvı tatlandırıcı ile çırpılan yumurta aynı kabartma etkisini yaratmadı. Toz halindeki tatlandırıcı da keke hemen hemen aynı etkiyi yaratarak, sanki bütün havası çekilmiş gibi keki adeta kuruttu. Bu yüzden en azından bir adım daha sağlıklı olması açısından esmer şekerde karar kıldım)

Malzemeler;

4 adet yumurta
3/4 su bardağı esmer şeker
2 adet rendelenmiş havuç
1 avuç iri kırılmış ceviz
2 su bardağı tam buğday unu
1 tatlı kaşığı tarçın
1 paket kabartma tozu

Hazırlanışı;

1-Fırının ısısını 175 dereceye getirin.
2- Şeker ve yumurtayı iyice çırpın.
3-Karışıma ceviz ve havucu ekleyerek çırpmaya devam edin.
4. Tam buğday unu, kabarma tozu ve tarçını birlikte ekleyip karıştırın.
5.Yağlanmış ve unlanmış kalıbınıza kek karışımını döküp 40-45 dakika pişirin.
Devamı için tıklayın..

9.06.2007

Pamuk Teyze


Tramvayın çıkış merdivenlerini inerken fark ettim onu. Turnikelerin sadece çıkış için döndüğü, onun gibi birisi için fazlaca yüksek olan merdivenlerin yarısını kim bilir kaç dakikada kendi başına çıkmıştı. Üstelik elindeki 2 torbanın ağırlığında aldanmadan, kendi ağırlığının 50 katını gık demeden taşıyabilen bir karınca gibi. Önümdeki bir adam, arkamdaki bir kadın, ve göremediğim 2-3 kişi daha ona bağırarak yanlış merdivenleri çıktığını söylediler. Ama o yılların tıkadığı kulakları yüzünden aynı anda birçok kişinin söylediklerini anlayamamış, etrafa baktığı şaşkın gözlerinin altında kalan ömrünü sayılı kaçıncı nefesini boşa harcadığını düşünürcesine umutsuzluk vardı. Yanına gidip burasının yanlış merdivenler olduğunu, tramvaya binecekse bu merdivenleri inip karşıdaki merdivenleri çıkması gerektiğini söyledim. Hiç bir şey söylemeden uzun uzun yüzüme baktı. Anladım ki gideceği yerle sınırlı enerjisini boşa harcamıştı ve korkuyordu. Belkide nefes nefese kaldığı için konuşamamıştı bilmiyorum. Sen o torbaları bana ver biraz dinlen dedim. Boşta kalan elini dirseğimin hemen altına iliştirdiğinde yan yana takılmış biri sıralı diğeri tek taş olan evlilik yüzüklerini gördüm. Yüzükler o kadar ince işlenmişti ki, zamanında çok beyefendi biri olan eşinin o yüzükleri nasıl yaptırdığı, nasıl hediye ettiği, üzerinde nasıl bir kıyafet olabileceği bir bir gözümün önüne geldi. Elleri bembeyaz pamuk gibi, tırnakları çok düzgündü. Biraz vakit geçince nefesi rutine ulaştı ve derin bir nefes aldı. Nereye gideceksin dediğimde işte bu satırları bana yazdıracak, asla hafızamdan çıkmayacak Pamuk Teyze’nin hikâyesini dinledim. Torunu evleniyormuş, kızı Beşiktaş’ta oturuyormuş, o da gitmek istemiş ama çocukları biz seni gelip alamayız demişler. Pamuk Teyzem vazgeçer mi ben kendim gelirim demiş ama sen gelemezsin demişler. O da telefonu kapatmış ve yetersiz olmayı içine sindirememiş bir türlü. Torunum evleniyor giderim de dönerim de demiş ve bir hışım evinden çıkmış. Önce Eminönü’ne gelip torununun yeni evine hediyeler almış, sonra Tramvay ile Kabataş, oradan da otobüs ile Beşiktaş’a niyetlenmiş. Anlattıkları bitince elinden tutup merdivenleri indirdim, tramvay girişine kadar yürürken hep önüne baktı, seni taksiye bindireyim dedim istemedi, paran yoksa vereyim dedim onu da kabul etmedi. Turnikelere kadar tek tek merdivenleri çıktık. Ben geç kalırım diye acele etmeye çalıştıkça nefes nefese kesildi. En son Akbilini basamadı benden rica etti. Turnikeden geçirdim, paketlerini verdim ve hoşça kal dedim. Benim de Beşiktaş’a gideceğimi sandığını, bu yüzden yardımımı kabul ettiğini, şimdi gitmediğimi anlayınca da çok mahcup olduğunu söyledi ve gözleri doldu. Hiçbir şey diyemeden uzaklaştım.

Yeni Camii’nin önüne, en son 22 sene önce babamla gidip kuşlara atmak için yem satın aldığımız yere gidip var oluş sebebimiz olan, onlar olmasa zaten bu dünyada olamayacağımız annelerimizin haline ağladım. Bugün bin bir tane problemi dert edindiğim, ama kendi evladının ona gelme deyişine küsmeyip yine de yüzünde mağrur bir gülümseme ile aynadaki haline bile bakmadan yola çıkan Pamuk Teyze’nin umuduna ağladım. Yarın ne olacağımı bilmediğim, yolun sonuna yaklaştığım zaman da tek medet umacağım şey olan evlatlarımın bana ne yapacağını bilemeyişime ağladım. Hemen ardından gözyaşlarımı silip öğle kahvesi için sözleştiğim annemin yanına gidip ona uzun uzun sarıldım.

Üç yanlışın bir doğruyu götürdüğü şu hayatta, üç doğrunun bir yanlış yarattığı bana ait olan yaşamımda, beni terk eden tüm sevdiklerimin beni terk etmeseler, yaşattıkları sorunlara Pamuk Teyze kadar dik duramayacağımı anladım. Neyin hakkında nasıl bir hayır olduğunu gördüm. O yüzden bugün huzurluyum.

Bu pizza için neler yazacaktım, neler anlatacaktım unuttum gitti. 2 gündür aklımda sadece Pamuk Teyze var. Bu tarif benden ona hediye olsun.

Malzemeler

Hamuru için;


1 su bardağı yoğurt
1 yumurta
½ su bardağı zeytin yağı
1 tatlı kaşığı tuz
4-4.5 su bardağı tam buğday unu
1 paket kabartma tozu
1 paket kuru maya

İçi için;

4 adet domates
1 tatlı kaşığı salça
2-3 diş sarımsak
¼ kangal sucuk
1 kutu Mısır
150 gr. kaşar peyniri
3 yemek kaşığı dilim zeytin
4 adet Yeşil Biber
1 tatlı kaşığı kekik


1-Fırın ısısını 200 dereceye getirin
2-Yoğurt, yumurta, zeytinyağı, tuz, un, kabartma tozu ve mayadan yumuşak bir hamur elde edin.
3-Fırını kapatın, hamuru yağlanmış fırın tepsisine yayıp sıcak ama kapalı fırına sürün.
4-Hamur mayalanırken, iç malzemeleri için domatesleri rondodan geçirin.
5-Domates, salça ve sarımsağı karıştırarak içini sosu hazırlayın.
6-Sucuk ve zeytini dilimlerin, kaşarı rendeleyin.
7-30-40 dakika sonra mayalanan hamuru fırından alıp üzerine sosu sürün
8-Kaşarpeyniri hariç tüm malzemeyi yayıp kekik serpin ve fırına koyun
9-200 derecede 30 dakika pişirip, rende kaşarı ekleyin.
10-10-15 dakka daha pişirip çıkarın.
Devamı için tıklayın..

4.06.2007

Yoksa ders çalışmayı seviyor muyum?


Liseyi bitirip üniversiteye başladığımda daha 1. sınıftayken nedense çalışmayı kafama koymuştum. Şu an bile sebebini anlayamadığım bir şekilde ailemden hayatım konusunda maddi destek almak bana ağır gelmiş, kendi ihtiyaçlarım için kendi paramı kazanmak için orada burada iş bakmaya başlamıştım. Beni karşısına alıp eğitimimin aileme karşı olan gururumdan daha önemli olduğunu anlatmak için saatlerce dil dökmesine karşı inadımı kıramayan annem belki başka yollardan ikna olurum diye bulduğum işlerde çalışmama izin vermedi. Orası küçük yer, bu iş olmaz, burasının yolu uzak diye beni 1 dönem oyalamayı başardı. Fakat abimin çalıştığı şirkette iş bulmam ile güven açısından öne sürecek bahanesi kalmayan annem bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Çok büyük bir bilişim şirketinin yeni kurulan müşteri hizmetleri departmanında 5 kişiden biriydim ve shiftli çalışıyorduk. Sabahtan akşam üzerine, akşam üzerinden geceye ve geceden sabaha kadar 3 ayrı shiftten sabah okula gidip dersten çıkınca çalışabileceğim şift olan B shiftini seçmiş, gururla 9 da başlayan derslerime giriyor, 3 de dersten çıkıp shiftime gidiyor, 23:00‘de de shiftem çıkıp evime gidiyordum. İlk başlarda azim ve hırsla gece eve geldikten sonra ders bile çalışıyordum. Fakat güzel para kazanmam, ama kazandığım parayı tüketecek vaktimin olmaması ve gezmenin tozmanın daha tatlı gelmesi ile okulu aklımca bırakıp çalışmaya devam ettim. İkinci sınıfta kaydımın silinmemesi için sadece sınavlara girip koca koca sıfırlar ile eve döndüm. Üçüncü sınıfta bu durumdan pişman olup azar azar ders çalışıp sınavlara girdim ama o sıfırlar benim yakamı bırakmadı. Dördüncü sınıfa geldiğimde, etrafımda üniversite mezunu arkadaşlarıma olan özentimin hemen yanında beni 42 adet ders ve 2 satır bile yazılmamış bir bitirme tezi bekliyordu. Acil önlem planları be bölüm direktörümden aldığım haftada 1 gün full izin, 3 yıldır kullanmadığım yıllık izinlerimin şahsi ücretli izinlerle birleştirilmesi ve benim kabus gibi geçirdiğim 6 aydan sonra 42 dersin 37 sini vermiş, tezimi de 5. geri çevrilmeden sonra 6.sında teslim edebilmiştim.

Şimdi anlatması ve yazması kolay olan bu 6 ayda sıfır sosyalleşme ile sırf birincil ihtiyaçlarımı giderip sadece ve sadece ders çalışıyordum. Kendime verdiğim günlük 1 er saatlik arada ana haber bültenlerini izleyip ne olup ne bittiğine bakıyor, sonra yine kitapların defterlerin arasına gömülüyordum. Sevmediğim ama yapmamın şart olduğu şeyleri en iyisince yapmak için sevebildiğim hale dönüştürmeyi çözüm kabul eden kişisel yapım, bu kâbus günleri de güzelliklere çevirmeye çalışıyor ve de başarılı oluyordu.

Herkesin evinde en sevdiğim yer olan ve kocaman kalabalık grupları bile ısrarla içine tıktığım evin en güzel yeri olan mutfak, bana bu 6 ayda da eşlik edecek yegâne mekân olacaktı. Sabah kahvaltısının toplanmasının ardından kişisel çalışma alanıma dönüşen mutfak, sabahleyin yapılan yemeklerin kokusu, yemek piştikten sonra yapılan okkalı Türk Kahvesi, evden çıkan geri dönen annemin sesi, akşamüzeri demlenen çay, akşam yemeği ve gece atıştırmaları şeklinde devam eden tüm bu seyirleri, dersler ile birlikte kafama kazımıştı. Sıcacık pişen ve içine ekmek doğranan çorbayı, değişen mevsimler koca bir tabak kiraza, oradan da kütür kütür bir karpuza dönüştürdü. Ben sınav sonuçlarını aldıktan sonra sevinç gözyaşlarımı yine o mutfakta koca bir bardak limonata içerek döktüm. Ve geri kalan derslerimi de verip diplomamı aldığım gün bir daha ders çalışmamaya yemin ettim.

O kadar zor bir süreci kendi kendime yaşamıştım ki, mezun olduktan sonra geçen 5 senede ara ara rüyamda aslında bana yanlış diploma verdiklerini, benim bir sürü sınavımın geçersiz olduğunu falan gördüm. İnsanların vurulduğu ya da sevdiklerini kaybettikleri rüyaları isimlendirdikleri kabuslar benim için okul rüyalarıydı.

Zaman hızla akıp gitti, ne benim kabuslarım dindi ne de ettiğim yemini unuttum. Taaa ki eşim benimle aynı bölümü kazanana kadar!

Lafı uzatmıyorum, hafta sonu eşimin final sınavları vardı

Ben aynı derslere geri döndüğüm zaman karşılaşacağımı umduğum o öfkeden, sıkıntıdan ya da nefretten çok huzur ile karşılaştım. Kimi dersleri çalışırken anneciğimin yaptığı o nefis yoğurtlu çorbanın kokusu burnuma geldi, kimi derslerde ise canım kocaman papaz eriği istedi. En çok 1 tane dersi çalışırken de akşamüzeri çayı için yapılan hamur işlerinin kokusu burnuma geldi. Bir bardak soğuk kola ile yenen zeytinli çöreğin üzerine içilen sıcacık çay ile verilen bir ders molası insanı en fazla ne kadar mutlu edebilir? Ders çalışmaktan o kadar huzur duydum ki aynen 7 sene evvel yaptığım gibi Cuma akşamı kampa girmek üzere eve giderken markete uğrayıp bir sürü güzel meyve aldığımız anda eşime bu okulu bitirdikten sonra başka bir okula daha girmesi için baskı yaptım.

Anladım ki, mezun olduğumdan bu yana 5 yıl geçen şu ömrümün güzel yıllarında, rüzgarın savurduğu perdeye bakarak yenen kirazın yanında çalıştığım ders sonucu aldığım başarı kadar hiçbir başarım bana bu kadar huzur vermemiş. Ders çalışırken arka bahçede top oynarken çıkardıkları gürültü yüzünde camdan bağırdığım çocukların sesi kadar hiçbir ses beni bu kadar tatlı bölmemiş.

Zeytinli Çörek

Malzemeler


4-4,5 su bardağı un
1 tatlı kaşığı tuz
1 paket kuru maya
1 tatlı kaşığı tozşeker
1 su bardağı yoğurt
1 s bardağı zeytinyağı
2 yumurta akı
1 çay bardağı kadar zeytin ezmesi
2 yumurta sarısı
Çörekotu


Hazırlanışı;

1- Un, tuz ve kuru mayayı derince bir kaba eleyin.
2- Toz şeker, yoğurt, sıvıyağ ve yumurtaların akları ile birlikte iyice yoğurarak yumuşak bir hamur elde edin.
3-Fırın ısısını 200 dereceye getirin.
4- Hamurun üzerini nemli bir bezle kapatıp 20–25 dk. oda sıcaklığında dinlendirin.
5- Hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp, elinizle poğaça yapar gibi açıp, ,içerisine 1 çay kaşığı kadar zeytin ezmesi sürüp iki elinizin arasında rulo yapın.
6- İki elinizin arasındaki bu ruloyu ister kendi etrafında sararak, ister açma gibi yuvarlak şekil vererek isterseniz de benim gibi düğüm atarak tamamlayın ve yağlı kâğıt serili fırın tepsisine dizin.
7- Fırını kapatın ve sıcak fırına tepsi ile birlikte çörekleri sürün.
8- 30–40 dakika mayalanıp kabarmalarını bekleyin.
9- Mayalandıktan sonra üzerilerine yumurta sarısı sürüp çörek otu serpin.
10- 200 derece fırında üzeri kızarana kadar 20–25 dk pişirin.
Devamı için tıklayın..