24.02.2008

Cemre Düştü


Sadece kuruyemişçilerde satılan lacivert-gri ambalajlda Algida yapımı KOKO pastaları bilir misiniz? Eşim gibi ‘’hayır’’ cevabını veren herkesi meraksız ilan ediyorum hararetle. Bir çocuk nasıl olur da gördüğü değişik bir aburcubur pakedini almaz yemez diye soylenerek gece gece tutuyorum eşimin elini ve doğru açık bir kuruyemişçi bulmak üzere karanlık sokakların yolunu tutuyorum.Tam önünden geçtiğimiz ilk kuruyemişçinin camının hemen önündeki sepette beni beklerken buluyorum KOKO ları. Ben mi tuhafım acaba diye düşünüyorum adam aldıklarımızı hesaplarken. Raflarda adı sanı garip herşeyin tadını biliyorum çünkü; leblebi helvası, dut pekmezi, sucuklu lokum, susamlı fıstık, mabel ciklet, üzüm pestili... Doğru ya diyorum sonra kendi kendime, ben bir alt katımızda kocaman bir kuruyemişçi olan bir evde büyüdüm. Elime geçen her harçlığı Kazım Amca’ya verir istediğimi de alır çıkardım üstelik. Param ne kadar olursa olsun kasanın hemen önünde duran Dido çikolatasından mutlaka alır en önce de onu yerdim. Ama en tatlısı hep yasak olandır ya, bizim kuruyemişçide olmayan, teyzemlerin evinin orada olan leblebi tozuydu en sevdiğim. Yemeyi beceremeyip soluk boruma kaçırdığım için babam tarafından kati suretle yasaklanan leblebi tozununu benden yaşça büyük abim ve kuzenlerim alıp bayıla bayıla karşımda yerlerken çok mızmızlandığımda anneme söylememek kaydı ile sadece 1 sefer pipetle benim de içime çekmeme izin verirlerdi. Ben de gizli birşey yapmanın gururu ile eve gidince güler etrafa bakınırdım hep acaba anlayan var mı diye.Anlasalar kimbilir ne kadar kızarlardı...

Az evvel facebook da yaşgünü fotoğraflarını gördüğüm bir yeğenimin kaç yaşına bastığına baktım profil bilgilerinden. Bakarken de elimde kemirdiğim koko ile leblebi tozunun yasak olduğu bu anımı yaşadığım zamanlarda daha Ayşegül’ün anne babasının bile evli olmadığını hatırlayıp geçen zamana şaşırdım. Ayşegül 19 yaşını bitirmişti ve 25 yıllık bir anı beni bir Cumartesi gecesi gecenin de bir yarısında kuruyemişçi aramaya hala götürebiliyordu öyle mi.....

.... dedim kendi kendime ve geçen zamanda benim anılarım sabit dururken nelerin değiştiğini düşündüm birden bire. Etrafımda gözgöze gelmemek için yolumu değiştirdiğim, gözgöze gelip selam vermenin bile kimi zaman fazla geldiğini düşündüğüm ne çok insan olduğunu, zamanın hala canlı ve taze tuttuğu anıların yanına ne çok şey silip attığını düşündüm. Annemin henüz gencecik bir kadınken kuzenleri ve eşleri ile birlikte çektirdiği siyah beyaz fotoğrafına ne zaman baksam, benim kuzenlerimle ve eşlerimizle çektirdiğimiz son fotoğrafın hangisi olduğunu düşünür dururum. Ve derim ki kendi kendime; ‘’geçmiş olsun’’ demeyi gerektiren bir olay karşısında bir insanı kuzenini aramayacak kadar neler sokmuş olabilir hayat araya. Hayat hep birşeyler getirir de insan değişir mi halbuki? Sevdiğim birine geçmiş olsun ya da hayırlı olsun telefonu dahi edemiyorsam ne kadar ben olabiliyorumdur? Ve tüm bunların sonunda yolumu bile değiştiriyorsam karşılaşmamak için ben ne kadar benimdir?

Sorular sorulur, cevapları bulunmaz çoğu zaman, ama bazen ipin ucu kaçıyor hafızamnda, nerelere gittiğime ben bile inanamıyorum.

Eskiler Kasım ayının başlarında gelen soğuk havanın tam 100. gününde ‘’geldik yüze çıktık düze’’ der ve artık havaların ısınacağına inanır, cemre havaya düştü derlermiş. Biz de geçen hafta düze çıktık, hatta tam geçen hafta bu gece evimin önünde tipi olduğuna kendimi bile inandıramayacağım kadar güzel bir güneşli bir Pazar geçirdik. Sahilde yürürken canım bahar çekti, çilek çekti. Şöyle dolabı açtığımda bir kasede çilek, bir kasede erik bir kasede de kiraz görsem diye kayaller kurdum. Ama en alt raflarda büzüşmeye başlamış elmaları görünce de elmalarımın bu düşünceme alınacağını düşünüp hemen kendimi tolarladım. Canım elmalarım dedim onlara, ben kış mevsimi de çok seviyorum sakın alınmayın, şimdi sizi üzerinizde çikolata ile harika bir tatlıya dönüştüreceğim...

Malzemeler
2 adet rendelenmş elma
1 peket petit bourre biskuvi
1 çay bardağı ufalanmış ceviz
1 çay bardağı kuru üzüm
Dr. Oetker hazır çikolata sosu


Hazırlanışı


Çikolata sosu hariç bütün malzemeyi karıştırıp ceviz büyüklüğünde toplar yapıp yanyana dizin, üzerine çikolata sosu dökün.
Devamı için tıklayın..

16.02.2008

Kar Yağyoooo:)))


Bazen arka arkaya birsürü yazı yazıyıyorum, fakat o yazıları yayınlayacak tarifleri hazırlamaya vaktim olmuyor, bazense tariflerim oluyor ama elime kalem alasım gelmiyor. Bu aralar da tam böyle elime kalem alasımın olmadığı günlerdeyim. Oysa pisirdiğim ve resmini çektiğim o kadar güzel tariflerim var ki... Şu da olsun bunu yazayım bu da olsun oyle yazayım derken 10 gün geçmiş, ama netleşip de üzerinde yazmak istediğim şeyler hala netleşememiş...

Bir önceki postta arabamın başına gelenleri yazmıştım, ilgilenen, yorum bırakan herkese çok teşekkür ederim. Şu an kaskonun inceleme aşamasındayız, önümüzdeki hafta netleşecek durum için beklemekten başka yapacak birşeyimiz yok malesef. Bu süreçte, tam 11 yıl sonra ‘’arabasız’’ olmaya alışmaya çalışıyorum. Önce hafta içi akbil alıp onu doldurdum. İşten çıkınca metro ile evimim yakınına kadar ulaşma kolaylığından ötürü çok da zorlanmadım. Fakat dün akşam bir parti sonrası Anadolu Yakası’da kaldığım arkadaşımın evinden, hem de kar yağışı altında sıcak evime dönmek tam 2.5 saatimi aldı. Her vesait değiştirdiğimde tam da yol tıkandığında ipodumu açıp gözümü kapatıp sabır etmeye çalıştım. Ama yoğun kar yağışı beni bu ilk uzun yol maceramda baya bir zorladı. Eve geldiğimde eşim evi sicacık ısıtmıştı, ama yorgan altına girip ısınma çalışmalarım bile burnumu çekmeme, halsizleşmeme ve artan boğaz ağrıma engel olamadı.

Neyse ki herşeyi bir kenara bırakacak kadar güzel bir gündeyiz. Etraf bembeyaz ve kar şu an tipiye dönmüş bir şekilde yağıyor bizim evin küçük camının önündeki büyük çam ağaçlarının dallarına. Eğer arabam olsaydı Erenköy’den Tarabya’ya 20 dakikada geleceğim için bu lapa lapa güzellikten faydalanamayacağım gerçeğini düşünerek rahatlıyor, açık pencerenin önünde yazı yazıyorum. Annem, biz küçükken yaşadığımız her ortama kendine has güzellik katmayı pek severdi. Elektrik kesildiğinde mum ışığında duvarda gölge oyunları oynar, sıcak havalarda yediğimiz kayısının çekirdeğini kurutup içindeki bademin olgunlaşmasını sabırla beklemeyi öğretir ve kar yağdığında da sadece bu beyaz güzelliğe özgü sıcacık sahlepi getirirdi canım önüne. Evde sahlep yoksa eğer sıcak süte azıcık nişasta katar bol tarçın ile sahlepe benzetirdi bizim için. Biz de eşim ile bu büyüden yararlanmak için birazdan kalın kalın giyinip yürüyüşe çıkacağız. Eğer tipi yavaşlar ise kardan adam yapıp resmini bile çekebiliriz. Dönüşte ısınmak için bakkaldan sahlep alacağım, ama eğer yoksa ben de nişasta ile sıcak sütümü pişirip içeceğim lapa lapa gökyüzüne karşı. Sahlepten hemen sonra da sıcacık bir dilim kafesli börek yiyip her hafta iple çektiğimiz Lost’un yeni bölümünü sıcacık battaniye altında seyredeceğiz. Önümüzdeki hafta cemreler düşmeye başlayacak, artık kar yağsa da tutmaz, yüzden hepimiz bu hafta sonunun tadını doya doya çıkaralım;

Malzemeler

125 gr tereyağ
4 çorba kaşığı yoğurt
1 paket kabartma tozu
2-2.5 su bardağı un
1 tatlı kaşığı tuz
200 gr beyaz peynir
Yarım demet maydonoz
½ su bardağı süt
2 adet yumurta sarısı

Hazırlanışı

Küp doğranmış tereyağ, yoğurt, kabartma tozu un ve tuz ile hamur elde edin. Bu hamurdan ceviz büyüklüğünde bir parça ayırarak geri kalanını yağladığınız tart kalıbına kenarlarını elinizle yukarı çekerek yayın. İçine beyaz peynir ve maydnozu karıştırarak eşit olarak dağıtın.. Üzerine ayırdığınız hamurdan şeritler hazırlayarak kafes yapın. En son süt ile yumurtayı çarpıp üzerine yayın ve 200 derece ısıtılmış fırında üzeri kızarıncaya kadar pişirin.
Devamı için tıklayın..

7.02.2008

Kısaca ''Bugün''


Daha yaşım gelmemişti ve ehliyetimi almamıştım ki, o; kapımın önünde birlikte geçireceğimiz uzun zamanlar için beni bekliyordu. Çünkü annem her zaman ‘’araba kızların evi gibidir, kapısını kilitlersin, kendini evde gibi güvende hissedersin’’ derdi. Bu sebeple de 11 yıl önce tam 900 TL vererek almıştı o küçük yeşil Uno’yu bana. Uno dediğime bakmayın, İtalyan yapımı 1200 CC, tabir-i caizse ‘’kız gibi ‘’arabaydı, tertemiz... VRR plakalı Uno’m beni hergün 33 km uzaklıktaki okuluma, oradan işyerime ardından gece yarısı evime götürüyor, bana arkadaş oluyordu. Küçük bir teybim, kutularının içine torpidoya özenle dizdiğim kasetlerim, ve aynama taktığım kokulu ayıcıklarım ile tam bir evdi benim için bu araba. İşten çok geç çıktığım ve ertesi sabah işe erken gideceğim gecelerde garajda kapılarını kilitleyip uyumuşluğum bile çoktur.Uno’m beni ne kadar korusa kollasa da kendimi bildim bileli hep Honda’daydı aklım. Yolda yanımdan geçenlere, dergilerdeki resimlere, hele tanıdıklarımın Honda arabalarına bakıp bakıp iç geçirir hayal kurardım o zamanlarda. Sanki erişemeyeceğim kadar çok pahalıymış gibi boynumu büker unutmaya çalışırdım. En sevdiğim modeli CRX’di ama en son 1992 üretimi olduğu için bu model pek avantajlı değildi, o yüzden otomatik vitesli bir Honda Civic arabam olsa, yüzmilyar borcum olsa diye söylenirdim. Bir gün arabalara pek meraklı olduğu için arkadaşlarının çeşit çeşit arabalarını garajına emanet ettiği dayım telefon ile beni arayıp gelip garajındaki arabasına bakmamı rica etti. 1994 model mavi tek kapılı bu spor Hondayı gorunce dizlerimin bağı çözüldü. İçine oturdum, direksiyonuna dokundum, döşemelerine baktım, kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar yoğundu duygularım. Dayım bana ‘’bu arabayı sana aldık’’ dediğinde ise yüzde yüz şaka yaptığını düşündüm ve duygularım ile dalga geçtiği için ise epeyce bir kızdım, ama benim bu nasılsa alamam diye hesap kitap bile yapmadığım Honda için, elimdeki Uno’ya 2.000 lira değer biçilmiş, bu değeri 4.200 olan UP plakalı Honda çoktan benim için gaaja kadar getitilmişti bile. O gece uyku uyuyamadım! Tek korkum senelerce vitesli araba kullandıktan sonra otomatik vitese alışamama korkusu idi ama sözkonusu Honda olunca, tüm cesaretler benim oluyordu! Günlece sabah arabaya bindiğimde heyecandan titreyen dizlerimin kendine gelmesi için üç beş dakika bekleyip öyle yla çıkacak kadar aşıktım ben bu Honda’ya. Seneler geçti, Uno gibi evim oldu Honda’da benim. Ama zaman geçtikçe bu en yakın arkadaşım yaşlanmaya ve beni yollarda burakmaya başlamıştı ki bir gün kendi ederinden yüksek fiyatla masraf çıkarınca mecburen satıp 5 yıl boyunca çalıştığım işyerimden aldığım tazminatı da üzerine koyup, bir de üzerine kredi alıp bugünkü arabam gri Hondamı aldım. 1 sene boyunca borcunu ödedim ve gözüm gibi baktım. 2 hafta kadar önce ise Honda’m hastalandı. Eşimle daha 2 hafta önce götürdüğümüz araba doktoru uzunca bir süre kendisinden ayrılamayacağımızı söylediğimiz arabamızın bizimle daha fazla yaşayabilmesi için her türlü bakımını yapı onu bize teslim etti. Tüm bunlara çok sevineceğimi bildiği için de eşim, senelerce hep pahallı geldiği için bir türlü yaptırmayı reddettiğimiz iç bakımı da arabamıza yaptırıp, döşemelerini çıkartıp yıkatıp, tavanını falan sildirip kapıma getirdi. O 11 senedir benimle olan dostumun, ‘’arabamın’’ gelin gibi parlamasına daha doyamamıştım bile... İçinde ufacık bir toz tanesi bile olmayan tertemiz arabamı dayıma götürüp gösterememiştim bile...

Bu akşam üzeri senelerdir arabamızı bıraktığımız otoparkçının, arabamızı bizden habersiz alıp kaza yaptığının haberini alıp koştuk. O kadim dostumun halini gördüğümde dizlerimin titrediğini farkedip otudum. O ve ondan öncekiler ile birlikte geçirdiğim 11 sene gözümü önünden film şeridi gibi geçti, aktı ve gitti...Daha parmak izi bile olmamış kapısının kolundaki cam kırıkları bir bir içime battı sanki. Herkes arabasına duygusal olarak bu kadar bağlanır mı? Oysa o benim en yakın arkadaşımdı. Yağmurda şemsiyem, geç saatlerde koruyucum, yazın bunaltıcı günlerinde serin klubem, annemin evinden getirdiğim tek çeyizim, hayattaki tek dikilitaşım, bugüne kadarki tek birikimim...

Şimdi bana en pahallı arabaları verseler benim canım arabam gibi olmaz ki! Bugünden sonra aldığımız hiçbir araba o ilk yeşil Uno’mun mirasçısı olamaz ki.... Hiçbir arabaya ilk işyerimden edindiğim hayat tecrübelerimin karşılığı tazminatımı koyamam ki...

Arabamız ona yatırdığım maddi manevi herşey ile birlikte toparlanamamak üzere paramparça olmuş durumda, o güelim dostun sonu bu olmamalıydı...

Kafamız dağılsın diye gittiğimiz Kanyon’dan çıkarken senelerin alışkanlığı olarak önce otoparka yöneldik, sonra farkedip ana kapıya.. Sitenin girişinde inip taksiden, eve kadar yürüdük sanki yabancı olan bu sokaklarda... Şimdi sanki hastalansam gece, elim kolum bağlanacakmış gibi çaresiz hissediyorum kendimi. Ya da en yakın arkadaşım gitmiş, yapayalnız kalmışım gibi. Buna sebebiyet veren, tüm bu hissettiklerimin bir gramını biliyor mu acaba?

Sevgili Devletşah’ın Yemek.Name’sinde hem de sesli olarak bir Sevgililer Günü öyküm vardı oysa ki size anlatacak, ve Gastronomi dergisi Şubat sayısında yayınlanan bir röportaj haberim. Ama bu çok sevdiğim mozaik pastam yalnızlığıma rastladı...

İçinde sen olabilirdin dendi, birinin ah’ını mı aldın dendi, cana gelecek mala gesin dendi de hiçbiri beni teselli etmedi. Ben onu şimdiden özledim!

Malzemeler;

Yarım Paket Tereyağ
Yarım su bardağı Şeker
1 paket 80 gr. bitter çikolata
2 su bardağı süt
1 paket vanilya
2 yemek kaşığı kakao
2 paket Petit Bourre biskuvi

Hazırlanışı;

1-Tereyağını tecerede eritin ve tencerenin altıı kapatın.
2-Şekeri ekleyip eriyinceye kadar karıştırın.
3-Çikolatayı ekleyip eriyinceye kadar karıştırın.
4-Süt ve vanilyayı ve kakaoyu da ekleyip karıştırın.
5-En son bisküvi kırıklarını ekleyip pasta hamurunu hazırlayın.
6-Derin dondurucuda dondurup dilimleyip servis edin.
Devamı için tıklayın..

3.02.2008

Anlatamadığım elmalı ayva tatlısı


Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini etrafımızda değişen şeylerden nasıl da farkediyoruz değil mi? Aynadaki yüzümüzden, ya da fotoğraf karesinden çıkan insanlardan, o kareye giren yeni insanlardan... Dün hayatımızı karartacak derecede mühim bir gelişmenin bugünkü şartlarımız içerisinde bir anlam ifade etmeyişinden, ya da yıllardır bizi takip eden bir türlü sıyırıp atamadığımız o çok korktuğumuz ‘’korkumuzdan’’, ya da sevdiğimiz birinin yüzündeki derin çizgilerden... Oysa benim zamanı algılayışımda kendim de çözemediğim bir boyutsuzluk var sanki. Başrolü pek tabiki bana ait olan şu hayatımda yerleri değişen, ya da oyundan çıkan-giren o kadar çok figüran var ki, banzen bu değişim karşısında kendimi 60 yaşında gibi hissedebiliyorum. Bazense durup durup aynı noktada, insanda takılıp kalışımdan sanki çok az zaman geçmiş gibi hissedebiliyorum. Ama sanki bu yakınlarda hissettiklerimi anlatışımdaki kelimelerim değişti, yerlerini başkaları aldı ya da benim kalemimi bir başkası kullanıyor gibi hissediyorum. Eskiden ‘’Papatya’’ olarak buraya yazarken çoğu insan için renksiz, cinsiyetsiz ya da şekilsiz bir kelime, cümle iken, şimdi kitaptan sonra Zeynep Fidan’a dönüşmek, beni engelliyor gibi geliyor. Kendimi çok berbat hissettiğim bir akşam yazdıklarımdan sonraki sabah yanımdaki çalışma arkadaşım moralimin kötü olduğunu bilip bana taraflı davranıyor, ya da alınmaması geken insanlar üzerlerine başka şeyleri alınıyorlar, ve ben rahat rahat içimi dökemiyormuşum gibi geliyor. Herşeye rağmen yarın sabah bu yazdıklarımı okuyacaklara rağmen bugünü yazmak biraz tuhaf geliyor o yüzden. Ya da herşey vıcık vıcık edene kadar düşünmeye alışık ruhum bu işi de fazlasıyla büyütüyoyor olabilir. Neyse...

Daha önceki yazılarımdan birinde de yazmıştım yaşayan evlere özlemimi.... O yazıyı yazdığımdan bu yana kendi evime kafamı o kadar taktım ki anlatamam... Son birkaç zamandır henüz uyum sağlayamadığım çalışma tempom yüzünden daha çok ihmal ettiğim evimin boş mutfağı, sağa sola katlanmadan atılmış bir battaniye, ya da boynu bükülmüş menekşem beni daha çok üzmeye başladı. Ama sadece bana kalan Pazar gününde kitap okusam bana küsen düzenlenmeyi bekleyen çekmeceler, ya da evde eşelensem müzik dinlemeye aç ruhum karşısında kendimi çaresiz hissediyorum. Daha çok evde olmak bu evi daha çok yaşatmak ve hayatıma hakettiği rengi kendi ellerimle sokmaya çalışıyorum. Bugün her sabah normalden yarım saat daha erken kalkıp kahvaltımı evde yapmayı, böylece en azından sabahları ışıkları açmadan sadece güneş ışığı ile evimle başbaşa kalmayı bile düşündüm. Siz bu konuda neler yapıyorsunuz Allah aşkına bana akıl verir misiniz?

Herşeye rahmen dün aldığım kitabıma olan merakıma bile yenilip, dün akşam da 8 ay sonra rahat rahat o şiddetle beklediğimiz Lost’un yeni bölümünü izlemişken mutfağa girdim. ‘’Tamam Zeynep’’ dedin kendi kendime, herşeyi ve herkesi aynı anda mutlu edemezsin, bak kocan da dünden beri ıspanak, ıspanak diye aşeriyor, gir mutfağa kaybet kendini... Soğan, salça ve kıyma üçlüsünü kullanacaksam yemekte, illeki biraz fazla yapar, yemeği eklemeden ayırır, ekmeğin içinde eşime veririm, bayılır onu yemeğe... Hemen işe koyuldum. Soğan ile kıymayı kavururken ıspanakları yıkadım, salçayı ekledikten sonra da doğradım. Suyunu tuzunu pirincini derken ayvaları doğrayıverdim.Bu arada buzlukta artık tüketmesem birkaçgün sonra içime sinmeyecek etler vardı, hemen çıkarığ çözdürüp hooop salçalı bifteğe dönüşyürdüm, yanında da pirinç pilavı... Bu arada elmalı ayva tatlısı için annem uslulü ayvalar pişip resimlendi tabi hem de yanında kaymak ya da dondurma ile servis yapılmayacaklarını bile bile boyunları bükükken...

Nasıl yazsam, ne anlatsam derken bu cümleye kadar geldim. Hem de hiç bana ait olmayan bir tarzda, şimdiye kadar bu sayfalarda hiç okumaya alışkın olmadığınız biçimde... Ama bu aralar biraz tutuk kaldım dediğim gibi beni biraz idare eder misiniz? Ya da sıradan yazılar gibi okur musunuz?

Malzemeler;

2 adet ayva
1 adet elma
1 litre su
1 su bardağı tozşeker
4-5 adet karanfil
Kımızı gıda boyası
Ceviz

Hazılanışı;

1-Ayvaları ortadan ikiye kesip soyun ve çekirdeklerini atmadaniçlerini temizleyin
2-Suyu, şekeri, ayva çekirdeği ve karanfili ocağa koyup kaynatın.
3-Ayvaları ve gıda boyasını ekleyip ayvalar yumuşayana kadar yaklaşık 2-25 dk. Pişirin
4-Ayvaları alıp servis tabağına dizin.
5-Sudan bir kevgir yardımı ile ayva çekirdeği ve karanfili alıp kaynamakta olan suya rendelenmiş elmaları ekleyin.
6-10 dakika kadar pişirip alın ve ayvaların ortasına doldurun.
7-Ceviz ile süsleyin.
Devamı için tıklayın..