
Çocukların sokakta oynarken araba geçecek mi diye tedirgin olmadıkları, anne babaların da gece 23:00 de çocuklarım nerede diye tedirgin olmadıkları, görür görmez de bir karış toprak alıp üzerinde yaşlanmak istediğimiz bir hayal şehrinde Bozcaada’da sıkça şarap, bolca balık azca endişe ile pembe günler geçirdik. Ve kürçünün tilki dükkanına dönmesi misali döndük evimize, sokağımıza. Döndüğümde çokça mutsuz olacağımı bildiğim için gitmeden evde ağacımızı kurduk geldiğimize motive unsuru olsun diye, yetti mi bilinmez. Ne çok hikaye var Bozcaada’da... Kimisi gelir gelmez yerleşmiş herşeyini bırakıp, yerleşeli 30 koca yıl olmuş da özlememiş ayrıldığı toprakları, kimisi hemen bir bağ evi satın alıp yılın yarı zamanını burada geçirir olmuş. Kimi cafe açmış iletiyor kimisi zeytinyağı yapıyor ama hayal mi bu insanlar? Bizim 10 koca günlük tatilin 5 gününe sığdırmak için göbeğimizi çatlattığımız Bozcada’ya insanlar hayatlarının geri kalanını hediye edivermişler, diyorum ya hep bende yaşadığım yerleri bırakacak cesaret ne gezer diye. Olsaydı bugün çok başka yerlerde olurdum muhakkak. (Kesin Paris’de :) ) İlk önce yazlığımızdaki gün batımına hasretle ve özlemle el sallayıp ardından İstanbul gişelerinden bu havası gri ve kirli şehre adım atar atmaz her tatil dönüşünde olduğu gibi korkuverdim. Büyüklüğünden, kalabalığından, dağınıklığından hem de beş dakika sonra alışacağımı bile bile. Anadolu'nun herhangi bir kasabasında domates yetiştirmenin bile bugun yediğimiz kadar ekmeği var bilsem de bu kalabalığa beni ne bağlıyor yine düşündüm.
Devamı için tıklayın..