7.02.2009

Zaman

Arabamızın tamirde olduğu sabah farkettim nasil da yazılıp çizilmiş bir hayatı sadece ‘’yaşadığımızı’’. Seneler seneler evvel son sınıfta mezun olabilmek için okula gitmemin zorunlu olduğu ortaya çıkınca direktörümle görüşüp Çarşamba günleri de OFF aldiğim zamandan beri severim çarşambaları.Haftanın ne sevimsiz başı, ne değerinden fazla anlam yüklediğimiz sonudur çünkü. Sıradan herhangi br zamanın tam ortası, yorgunluğun başı dinlenmiş olmanın da son günüdür. Çünkü hayatı anlamaya çalışırken yaşadıklarınızı düşünüp, yaşamak üzere olduklarınızı tahmin etmek, şekillendirmeye çalışmak, yönlendirmeye inat etmek ya da bunun gibi bir sürü kişisel çabanın içinde kendinizi ‘’ortada’’ gibi hissedersiniz ya, sanki bugüne kadar yaşadığınız günler saydığınızda yaşayacağınız bir o kadar daha da varmış gibi, ortasındaymış gibi... Çarşamba da öyledir işte. Kimileri için sıradan çarşafa dolanan bir gün, benim içinde hereyde olduğu gibi kendimce bir anlam yükleyip kimlikleştirmeye çalıştığım herşeyde olduğu gibi bir gün.

Dedim ya arabamızın tamirde olduğu bu çarşamba sabahı ofise gitmek için duraktan taksi çağırmıştık. Taksiyi çağırıp ayakkabılarımı giyip asansörü çağırıp aşağı inip sokak kapısını açtığımda taksi beni bekleyece kadar yakındır taksi durağı. Bu sefer indiğimde yoktu ve biz taksi beklemeye başladık. Biz beklerken koca bir geminin düdüğünden kaçan martıların önce gittikçe yaklaşan seslerini, sonra da kafamızın üzerinde uçuşlarını izledim. Sonra bir anne üzerinde eşofmanları ile minik bir prensesi okul servisine bindirmek için aşağı indi. Derken bir teyze elinde içerisinde taze ekmek ve gazete bulunan torbası ile belli ki bakkaldan mutfağında sabah çayı fokurdayan evine dönerken peşine takılan aynen benim gibi hayaller kuran sarı sokak kedisini izledim.

Sokaktan 5 dakikada bir geçen herhangi bir arabanın bu sessizliği nasıl da böldüğünü farkettim. Uzun zamandır yağan yağmur ve bizden saklanan güneşin ardından bahar gibi olan bu sabaha aldanp cıvıldayan kuşların sesini dinledim. Uzun bir süre taksi gelmedi, ve biz yoldan geçen bir taksiyi çevirmek üzere caddeye doğru yürümeye başladık.


Sabah 08:30 ile 09:00 arasını kızaran çavdar ekmeğimi beklerken domates kesdiğim, lacivert renkli rimelimi ararken siyah kemerimin nerede olduğunu düşündüğüm, iki dakikada bir uyanması için eşimi öptüğüm, laptopumun kablosunu toparlayıp mor elivenlerimi aradığım, belki akşam metroya binersem diye çantama bir kitap koymaya çalıştığım, çalan telefonları cevapladığım ve termosuma çay doldururken sakarinin yerine göz attığım koşturmacalı bir yarım saat olduğunu sanıyormuşum. Halbuki ben fotokopi makinesi ile çoğaltılmış günlerimin birbirinden farksız aynı saatlerini aynı şekilde yaşarken hayat kendi halinde nasil da dinginmiş. Büyük ihtimalle geç kalarak uyandığım yatağımdan arabaya binene kadar koşturarak başladığım hayatım, yine alelacele gaza basılıp büyük bir mücadele ile boğuşulan trafiğin ortasında vardığım ofsimde kimi zaman bir sabah kahvesi bile içemeden yemekhaneye indiğim zamanlardan arka arkaya diziliyor. Oysa daha yılbaşı ağacımı yeni kaldırmıştım ki şubatın ortasına bile gemişiz, hem de dışarıda hem de evimin yanı başında martılar, kuşlar ve sokak kedileriyle daha yavaş bir hayat yaşanıyorken. Sahi zamanın hızı algımıza göre mi değişiyor?


Hayat yavaş ben hızlıyken bir porsiyon öyküye yazmayalı nerdeyse bir ay olmuş. Bu kadar hızlıyken insanın etrafını farkedip üzerinden düşünmesi, sonra da bunları kompozite etmesi de zor oluyor doğal olarak. Ama buna müdahele etmeli diye düşünüp kaygılarımdan uzaklaştım bugün, kendimi rahat bıraktım. Saat 10:00 da uyanıp eyvah bugün de bitti diye üzülürken gözlerimden uyku akan haftasonlarım da hoop diye Pazar akşamına hızla erişiveriyordu. Ama bu sabah 11:00 de uyanıp eşimin getirdiği 3 ayrı gazeteyi de sayfa sayfa okuyarak kahvaltı ettim. Bu sırada dağınık yatağımı, bütün hafta etrafa saçılan kıyafetlerimi ve hatta susuz kaldığı için mahsun mahsun boynunu bükmüş menekşelerimi bile düşünmedim. Kahvaltının ardından tabağımı mutfağa bıraktım ve bulaşık makinesine bile koymadan yatağıma geri döndüm. Uykuya dalmadan uzun uzun yattım, kalkıp bir espresso içtim.


Gün bitti mi?

Evet.

Ama ben sakin miyim?

Evet.

Mutlu muyum?

Evet.

Hayatı kaç Cumartesi daha bu şekilde yavaşlatabilirim?

Emin değilimJ

Bu aralar elma ile tarçının muhteşem birlikteliği bana pek bir cazip geliyor. O kadar ki elmayı dilimleyip üzerine tarçın döküp yer oldum. Fotoğraftaki tarifi de bu sebeple kendim uydurdum. Güzel oldu mu? EvetJ

Malzemeler;

3 adet elma

½ su bardğı toz şeker

1 yemek kaşığı tarçın

½ su bardağı ceviz

1 paket vanilyalı creme ole

500 ml Süt

1 tatlı kağışı damla sakızı

Hazırlanışı

1-Elmaları küp küp dilimleyin, bir tavada toz şeker tarçın ce ceviz ile elmalar yumuşayıp şeker ile karemelize olana kadar karıştırarak ağır ateşte pişirin. (Yaklaşık 10-15 dakika)

2-Pişen elmaları kuplarınıza bölüştürün. Elmalar orada soğurken creme oleyi süt ile çırparak hazırlayın. İçine damla sakızını da ekleyip damla sakızı eriyene kadar mikser ile çırpın.

3-Creme oleyi elmaların üzerine döküp buzdolabında soğutun.


1 yorum:

Adsız dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.