30.01.2008

Bir tas aşure ile sobelendim!


Bugünlerde bloglarda renk renk, süslü püslü aşure tarifleri görüyorum.Hele ki sevgili Burçinciğimin aşuresindeki özen ve güzellik beni kendisine hayran bıraktı. Herkesin bir aşure tarifi olduğu gibi, yapılışı ve tadı ile de ayrı ayrı aşure öyküleri vardır. Ben de her sene aşure zamanı renk renk aşureleri gördüğümde aklıma yengemin o en çok sevdiğim azıcık malzeme ile, benim istediğim gibi sadece buğday nohut ve fasülye koyarak yaptığı tencere tencere yiyebileceğim aşuresi gelir. Kuzenlerim ile aşureyi o kadar çok severdik ki, yengem kaynattığı bir tencere aşurenin yanında , bir tencere de sırf biz çocuklar için kaynatırdı sıcak aşureye kaşık batırıp bozmayalım diye. Yengemin aşure yapıp hepimize paylaştırdığı bu senenin bereketli zamanlarında, bizim gibi aşureyi çok sevem abime de götürmem için kavanozları doldurup poşetleyip bana verirdi. Ben, sanki abim ile yengem hiç bir araya gelmeyecekmiş gibi aşureleri oturup bir güzel yer, kavanozları da yengeme abimin teşekkürlerini ileterek iade ederdim. Kendim yediğim kase kase aşureler yetmez de, en tatlısı o abime götürmediğim aşureler olurdu. Bir aşure zamanından sonra, abim ile yengemin bir araya gelmesi ile, benim bu minik sırrım ne yazıkki ortaya çıkmış ve hiçbir aşure bana emanet edilmez oldu tabiki, ama o aşureerin tadı damağımdan hiç gitmedi.

Gün geçtikçe uzaklaştığım şeylerden biri de aşure oldu zamanlara sığmayan hayatımda. Yapmaktan hep korktuğum, bir türlü cesaret edemediğim aşurenin, bu sene de bende tarifi değil, anneminkinin bir fotoğrafı bir de minik öyküsü var bazı şeyleri zamanında anmak için. Bir kazan aşure yapıp konu komşuya kapı kapı dağıttığım an hissedeceklerimi düşündüğüm şu anlarda sevgili Devletşah tam da hislerime tercüman olmak için beni bloğunda yeni br oyun için sobelemiş. Bu yeni oyun 3 aşamada nefesimizi kesecek şeyleri paylaşmamızı amaçlıyor; “işte bunlar, bakalım kaç tanesi gerçek olacak”, ‘’hemen yapabileceğim halde yapmayı neden beklediğimi bilmediklerim’’, ve ‘’ bir daha dünyaya gelme şansım olsaydı’’

İşte bunlar;

1- Adı ‘’Bahar’’ olan bir kızımın olması
2- Benim için hazırlanmış kumsalda büyük tahta bir iskelede, bir yaz akşamı, tepede ay hilal, hafif bir poyraz esintisinde Müzeyyen Senar ve ekibinden sabaha kadar Türk Sanat Müziği dinlemek ve rakı içmek
3- Paraşüt ile atayıp, bu gözümüzde büyüttüğümüz dünyayı bir de minicik görmek.
4- Tam da masaldaki gibi evimin çikolatadan, şekerlemeden ve Petit Beurre biskuviden yapıldığını farkedip kartonpiyerlerden yemeye başlamak
5- Goran Bregovic ile Düğün ve Cenaze Orkestrasında keman çalıyor olmak.
6- Yeniden gelin olabilmek
7- Sınırsız hediye çeki ve sınırlı bir zaman için hayatta bir kez bir alışveriş merkezine salınıp o parayı bitirmek zorunda burakılmam :)))

Ertelediklerim;

1- Hemen yarın akşam işten çıkıp havaalanına gidip, Paris’e ilk kalkan uçağa binmek, St. Michel Meydaı’ndaki heykelli havuza bakan küçük cafeyi bu koca adama da gösterebilmek, ona Paris’te tekrar aşık olabilmek.
2- İrlanda’ya gidip ıssız kayalıklarda, dünyanın diğer ucunda da poyrazı içime çekebilmek.
3- Bir Chiristmas tatilini kuzey Avrupada karlar altında bir küçük kasabada geçirebilmek.
4- Bir Mayıs sonunda istifa edip Eylül ayında dönüp hayatıma tekrar başlayana kadar kuzey Ege’de, bir kasabada 3 ay çıplak ayak ile toprağa basıp, cep telefonsuz ve internetsiz tatil yapmak.
5- Eşime onu okyanusa götürecek uçak biletini hediye ettiğim adaki gözlerini seyretmek
6- Sırtımda bir sepet ile bir mayıs ayında kiraz bahçesinde sepetimi doldurana kadar kiraz toplayıp, o ağacın altında uyuya kalmak.
7- Yarım bıraktığım dans kursunu tamamlayıp, kursun düzenlediği herhagi bir gösteride rol almak.
8- Kocaman bir seyahat gemisinde, okyanusun tam da ortasında, gece vakti sadece dolunayın ışığı varken, arkadan gelen hafif müzik eşliğinde bembeyaz elbise ile Reşat Nuri Güntekin okumak
9- En sevdiğim kız arkadaşlarımda kısacık bir dertleşme tatiline gitmek
10- Annemle bir hafta boyunca Sultanahmet’deki bütün müzeleri dolaşıp, kahve içip sohbet etmek.

Ütopyalarım;

1- Dünyaca ünlü bir bale gösterisinde baş balerin olmak
2- 1930’larda Paris’de yaşamak
3- Bir sabah uyanıp kitabımı en çok satanlar listesinde görmek
4- Dünya Klasikleri’ne ait bir romanda adı geçen kahramanın, ya da ‘’Yine bu yıl ada sensiz’’ şarkısının bestecisinin torunu olmak
5- Günde 28 öğün yemek yyip yine de kilo almayan o ‘’sevimsiz’’ kızlardan biri olarak dnyaya gelmem :)))


Çok mu içimi döktüm nedir?

Ben bu oyunu çok sevdim, ama Defne’nin, Esra’nın ve Açalya’nın da nefesleri nerelerde kesilir acayip merak ediyorum :))
Devamı için tıklayın..

27.01.2008

Kar geliyor!


Meteoroloji dünden bu yana yarın ve sonraki gün için İstanbul’a yoğun kar yağışı geleceğinin uyarısını yapıyor. İçimi bayan bir sıcakta bir yudum buzlu limonatayla kendimi avutmaktansa, buzz gibi bir kış günü içtiğim bir yudum çorbanın lezzet merkezimden izlediği yolları hissederek ısınmaya bayılan ben, bu sebeple her türlü hazırığımı yapmışve nefis kar yağışı için kendimi sabırsız hissediyorum.Meyveli çaylarım, dolapta ısıtılıp içine çay kaşığının ucuyla türk kahvesi ve 2 adet kesme şeker atmamı bekleyen yarım yağlı sütüm, çorabımın üzerine giyeceğim ponponlu patiklerim ve pek tabiki bu an için saklanmış aşk anlatan romanlarım. Hepsi şu kahvemi içtiğim mutfak masamda her dakika daha çok kararan havanın gürleyip kar tanelerini bırakmasını bekliyor.Tam da bu hislerime uygun olarak dün akşam Beykoz’un ayazında, bu ayazı kıracak kadar sıcacık bir evde, bu anlattığım türk kahveli süt kadar sıcak insanlarla vakit geçirmiş, ve kendmi uzun süredir ‘’aile’’gibi hissetmişken, sabah uyandığımda meteorolojinin güncellenmiş sayfasını okumak içimi daha bir ısıttı. Evlenirken arkama bakmayayım diye sabah evden gelinliği ile çıkıp, kuaförden nikah salonuna geçmiş aykırı bir gelin olarak ben, bu evdeki bu 3 kadının bu sıcak, yaşayan ve hayat dolu olan küçük evden nasıl oldu da gelin olarak çıkabildiler, dün akşamdan beri kafamı düşünüyorum. Oysa insan evlenirken ardında neler bırakıyor hiç düşündünüz mü? Bir yaşayan evi bırakıp, başka bir ev yaratıp o evi hayatta tutmaya çalışıyor ve her küçük gelin kendi evini, çocukluğunun evine benzetmeye çalışıyor. Bazıları o evi yaşatabiliyor, bazıları ise yazabiliyor...

Biz de eşimle evimizi annelerimizin evi gibi yaşanabilir kılmak için sabah bakkaldan birsürü gazete ve dergi söyleyip çay, kahve ve bol okuma ile klasik bir Pazar günü yaşıyoruz. Ben kalkıp havuçlu bir kek yapıyorum ev vanilya koksun diye, eşim Pazar kokan bir maç izliyor, akşam gideceğimiz yemeğin hazırlıklarını kafamızda yapıyor ve yoğun bir hafta için aklımızı dinlendirmeye çalışıyoruz. Eğer siz de bu kapalı ve soğuk Pazar gününde içinizi ısıtacak birşeyler okumak ve içmek istiyorsanız Lezzet derginin Şubat ayındaki sıcacık çorba tarifleri bendenize ait... Tam da önümüzdeki kar yağışında camın önüne yakışacak tarifler, öyküsü ile birlikte dergide...

Malzemeler;

3 adet yumurta
1 su bardağı toz şeker
1 su bardağı sıvıyağ
1 su bardağı süt
3 su bardağı kepekli un
1 su bardağı rendelenmiş havuç
1 tatlı kağışı tarçın
1 tatı kaşığı yenibahar
1 paket kabartma tozu
1 paket vanilya

Hazırlanışı;

1-Yumurta ile şekeri iyice çırpın
2-Ardından sıvıyağ ile sütü de ekleyip çırpın
3-Un, kabartma tozu, vanilya, yenibahar ve tarçını ayrı bir kapta karıştırdıktan sonra eleyerek ekleyin ve karıştırın
4-Havucu ekleyin
5-Önceden ısıtılmış 180 derece fırında 40-45 dakika pişirin.
Devamı için tıklayın..

23.01.2008

Terk, Tango ve İsyan...


Bugünlerde kendimi hep ‘’neden?’’ sorusu ile başbaşa buluyorum. Belki de bir balerinin parmakucundaki gibi dengede tutamadığım hayatıma bir bahane, bir suçlu arayıp özümü rahatlatmaya çalışıyorumdur kimbilir. Hayat boyu hep korktuğumuz ve gündemde tuttuğumuz şeylerin karşımıza çıktığını kanıtlayan öğretileri okumuş, dinlemiş kafa yormuşuzdur. İşte benim de hayatımda hep aynı şeylerin başıma gelmesi tek ama tek bu açıklama ile netleşebilir. Kaderin rüzgar olup dalından koparıp başka mevsimlere sürüklediği bir yaprağa dönen yaşantılarımızda, yönümüzü değiştirebilmemizi sağlayan tek şey gücümüz iken, gücümüzü nasıl da bu kadar çabuk tükettik bilmiyorum. Oysaki ilk defa bu akşam poyraza dönecek lodos bitmeden, bu yalancı kış güneşi gözüme vururken, Heybeli Ada’da Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Çamlimanı’nda, sanki mevsimlerden yaz imiş gibi üzerimde askılı bir bluz ile, sahilde arkadan gelen yunanca bir ağıta eşlik eden tınıyı, omzuma değdirdiği dudağı ile eşimi ve tüm bunları hayal eden mavi gözlerimi bir kenarda sıkıca tutmak istiyorum. O zaman her sabah çiçek verdiğim bir ele uzanan yakıcı ateşi söndürebilir, kendime sil baştan bir ‘’ömür’’ yaratabilir ya da basitçe bir aşkı taşıyabilirim parmakuçlarıma. Ya da bir gün Sezen Aksu’nun ‘’Gidiyorum yine bu şehirden’’ isimli şarkısını ben de hayatıma alır, yıllar sonra dinlerken hakkını verebilirim. Bu şehri bana yaşattığı herşeyiyle, ama herşeyiyle bırakıp gitmek, şu binlerce fırça değmiş resmi yırtıp atıp yeni baştan sadece kendi fırçamla resmimi çizmek istiyorum. Gözleri görmeyen bir kadının evindeki tüm eşyaşarı ezberlediği gibi ezberlediğim Paris sokaklarında, içimde bir yumruk gibi duran aşkımı nehre salmak, sonra annemin babamla yaptığı son tangoyu hatırlamak, annemin yüzünde aynı gülüşü görmek için hayatımı vermek ve beni elinde adamışlığı ile bekleyen bu koca adama bir defa daha aşık olmak istiyorum. Kimbilir belki de bu akşam lodostan poyraza dönen rüzgar, yarın sabah ne yaşayacağımı bilmeden uyandığım yeni bir sabaha hoşça gelir, benim olur, denizimi delirtir, içimi dinlendirir...

Çok Ağladım, Çok İnledim

Çok ağladım, çok inledim
Günlerce ben dert dinledim.
Seni nasıl unutmalı,
Bu sevgiyi nasıl uyutmalı...

Çok ağladım, çok inledim
Günlerce ben dert dinledim...

Senin gezdiğin yerlerde gezmiyorum,
Senin geçtiğin yerlerden geçmiyırum.
Seni bir gün görürsem bin yıl yaşarım
Senden kaçayım derken seni ararım.

Elimden gelse seni unutmak için,
Seni seven şu gönlü hemen yakarım.
Biliyorsun ki bunlara sebep sensin.
Sen sevgili değil başıma bir dertsin...

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın Erol Uras ile derlediği Tango Turco isimli albümü mutlaka edinin. Evinizdeki en güzel köşeye gidin, akşamdan yaptığınız Biscottiyi ve bir shutlık espressonuzun keyfini çıkarırken, bu ağzınızda ve kulağınızda kalan ‘’tadın’’ bir porsiyon öyküsünü hayal edin.

Not: Sevgili Cafe Fernando ile Burçin'de ne zamandır Biscottileri gorup denemek istiyordum, ilk tarifim Lezzet dergisinin Ocak 2008 sayısı için verdiği ‘’Güzel Şeyler’’ ekine ait. Tarifin orjinalini biraz değiştirdim ama o kadar lezzetli oldular ki hala sabah çantama koymadan çıkamıyorum.

Malzemeler;

3 adet yumurta
½ su bardağı esmer şeker
1/2 su bardağı zeytinyağ
3 su bardağı tam buğday unu
1 paket kabartma tozu
1 tatlı kaşığı tarçın
File badem

Hazırlanışı;

1-Fırın ısınızı 190 dereceye getirin
2-Şeker ile yumurtayı 5 dakika boyunca çırpın.
3-Zeytinyağını ekleyip çırpmaya devam edin
4-Un tarçın ve kabartma tozunu ayrı bir kapta karıştırıp dier karışıma ekleyin.
5-Elde ettiğiniz hamuru 2 parçaya ayırıp dikdürtgen tepsiye boylamaısna şekil verip üzerine bademleri serpiştirerek yerleştirin.
6-190 derecede 15 dakika pişirin.
7-Fırından çıkarıp biraz ılıtın ve dilimleyip dilimleri yatay olarak yanyana dizin.
8- Tekrar fırına verip 10 dakika pişirin
Devamı için tıklayın..

10.01.2008

Melon Şapka


Tatil insanı gerçekten kendine getiriyor. Size her bir gününü tek tek anlatacağım cumadan bu yana ilk kez bugün hiç evden çıkmadan, evde de hiçbir iş yapmadan sadece tango dinleyip ruhumu dinlendirdiğim, ve aylardan sonra ilk kez kendime geldiğim bir günün sonunda, yine tango dinlerken yaziyorum. Bazen hayalleri ya da istekleri uğruna sırtında bir çanta, herşeyini bırakıp kilometrelerce yol giden, tüm dünyasını silip yeni bir dünya yaratan, ve yarattıkları ile de mutlu olan insanlar varken, ben neden bu kadar prensipli, yerleşik ve değişikliklerden nefret eden biriyim diye düşünüyorum. Gitmek mi zor kalmak mi diye sorulur ya hani, ben hep neden kalanım acaba?

Dün akşam mutfağa bir bira almak için bile girsem açtığım radyoda 15 yıldır çalan Joy FM’den bir anda sıkılıp öylesine zap yaptım. 104.00 diye bilmediğim bir kanalda ummadığım bir anda, unuttuğum geçmişim ile karşılaştım. Önce elimde bira ile masada kalakaldım, sonra günlerdir tatilin verdiği rahatlamayla kabuklarını açmış olduğum içime dokunmuş olacak ki birden ağlamaya başladım. Geri dönülesi münkün olmayan bütün yaralarım henüz açılmamışken, sevdiklerim henüz beni ‘’aldatmamışken’’ ya da ben henüz dünyanın farkında bile değilken yaşadığımız bu evden taşınmadan az önce, o evde kendime ait balkonu olan odamda her gece kendimle başbaşa kalırdım. Hala sevmediğim TV’den o zamanlarda da uzak, kendi dünyamda defterlerim, kalemim ve müziğimle saatlerimi su gibi geçirirdim. En sevdiğim şey bu odada uyumak zorunda olmadığım haftasonlarıydı. Kimi zaman gün doğumuna kadar kimi zaman sadece gece yarısına kadar dinler, düşünür, okur ve yazardım. Çok küçük hatta çocuktum, ama herşeyin başladığı o döngüden çok uzak ve mutluydum. Hem radyo çalan hem de kaset dinleyebildiğim bir kaset çalarım vardı kendime ait. Biriktirdiğim harçlıklarım ile 60 lık ve 90 lık kasetler alır sevdiğim şarkıları bu kasetlere kaydeder ve kendi dünyamın müzklerini toplardım. İşte bu kendime ait zamanların ölçüleyemecek kadar çok olduğu zamanlarda akşamları Radyo Mega’da 23:00 de balayan ‘’Melon Şapla’yı kasetçalarımdaki 90 lık kasedime olduğu gbi kaydeder, ertesi gün okuldan geldikten sonra elimde kalem sevdiğim şiirleri şarileri ile birlikte şiir defterime yazar, sonra da o şairlerin kitaplarını almak için doğruca Beyoğlu’na gider, kitapları alıp İnci Pastanesinde güzel br profiterol yedikten sonra evime geri dönerdim. Nazım Hikmet’i, Ümit Yaşar Oğuzcan’ı, Cemal Süreyya’yı Melon Şapka’dan öğrendim, Özel Bal’ı ondan dinledim ezberledim ben. Bir fincan sıcak süt ile, ödevlerimi bitirditen sonra kendime ayırdığım bu zamanlar şu an düşündüğümde hayatımda en mutlu olduğum, ya da diyorum ya o mutsuzlukların henüz başlamadığı evde geçirdiğim en güzel günlerdi. Hala şimdi de ne zaman ‘’çok’’ mutlu olsam aklıma o ev o odam ve Melon Şapka gelir.

İşte ben dün akşam radyoda belkide en son 10 sene önce sesini duyduğum, çocukluğuma mutluluk katan bu sesi duydum. Adını duyamadığım 104.00 frekansındaki bu kanalda her akşam eski saatinde 23:00-01:00 arasında aynı tatta, yine Nazım Hikmet Ran okuyup kulaklarımızın pasını silerek Melon Şapka sıcak evlerimize konuk oluyor. Eğer sanatı, aşkı, biraz da çocukluğunuzu evinize misafir etmek istiyorsanız hepinizin haberi olsun.

Dünden sonra ben de bugünü şiirler ve tango ile geçirdim (Allahım tatil ne güzel birşey!) Melon Şapka dinlediğim yllardaki fotoğraflarıma baktım, gözlerimin içini görmeye çalıştım. Yazdığım şiirleri okudum, Dost Körpe’nin o acımasız dizelerinden ezberlediğim satırları anımsadım. Akşamüzeri olduğunda yine sanki çocukmuşum, annem de mutfaktaymış gibi burnuma çay kokusu geldi, üşenmedim gittim çay demledim, dolaptaki prasalardan da güzelim bir pırasalı kiş yaptım! Ben 1 günlüğüne de olsa o yıllara gittim!

Malzemeler;

Kiş Hamuru


2 su bardağı un
100 gr. Tereyağı
1 tatı kaşığı tuz
1 adet yumurta
½ çay bardağı soğuk su

İç Malzemesi

Yarım kilo pırasa
3 yemek kaşığı zeytinyağ
Yarım demet maydonoz
150 gr. Beyazpeynir

Kreması

1 su bardağı süt
½ su bardağı süt kreması
2 adet yumurta
100 gr. Rendelenmiş permasan peyniri

Hazırlanışı;

1-Kiş hamuru için ilk önce un ve tuzu karıştırın. Ardından küp küp doğradığınız soğuk tereyağını ekleyip elinizle hafif bastırarak yağı yedirin. Su ve yumurtayı da ekleyip hanmuru dinlenmesi için buzdolabına kaldırın ve fırın ısısını 200 dereceye getirin.
2-İç malzemesi için bir teflon tavada kızdırdığınız zeytinyağına ince ince kıydığınız pırasayı ekleyip yüksek ateşte kavurun. Dereotunu da ekleyip yaklaşık 5 dakika kadar pırasa diriliğini kaybedene kadar kavurun. Sonra altını kapatıp peyniri ekleyin ve karıştırın.
3-Kreması için süt, krema ve yumurtayı çırpın.
4- Kiş hamurunu açıp yağladığnız tart kalıbına bastırarak yerleştirin
5- Pırasalı iç malzemeyi yerleştirin.
6- Kremayı her yere eşit gelecek şekilde dökün
7- Rendelenmiş permasan peynirini özerine serpin.
8- 200 derecede 30 dakika pişirin.
Devamı için tıklayın..

8.01.2008

Yaşayan Evler


Hayatta bazen o kadar çok şey değişiyor ki, istesek de, eski faktörlerin hepsini biraraya getirsek de o tadı alamıyoruz malesef. Aranızda anneannede ya da babaannede bayram sabahı eksiksiz olarak tplanıp, hala eski tadı alanınız var mı yoksa? Oysa biz artık bayram sabahları bile bir araya gelemiyoruz.

Hani ekim ayında 1 hafta izne çıkmıştım yazın tatil yapamadım diye. İşte kullanamadığım son iznime de cuma günü çıkarak dinlenme, gezme ve nasıl olacaksa mutlu olma planlarının hepsini bir arada yapıp, bazen yatağa, bazen kanepede battaniye altına, bazen de elimde fotoğraf makinem sokaklara tabiri caiz ise saldrarak ruhumda eksik olan herşeyi aynı anda sanki tamamlamaya çalışıyorum. Bu sebeple cumartesi sabahı cuma gecesinden kurduğum ekmek makinemden sıcacık cevizli ekmeğimi alarak, lapa lapa yağan karda bindiğim minik bir taksi ile anneme gittim. Oysa lapa lapa yağan karda elimdeki ekmeğimin soğumasına fırsat vermeyecek kadar yakın oturuyormuşum anneme.... Nicedir başbaşa kalamıyorduk, önce uzun ve bol çaylı bir kahvaltı yaptık. Ardından kalın kalın giyinip kendimizi Beyazıt Kapısı’ndan Kapalı Çarşı’ya attık. Önce Türk Kahvemizi okkalı kahvede içtik, sonra birsürü dükkana kolkola girip çıktık saatimize hiç bakmadan. Şark Han’ın 5 katını da üşenmeden gezip sınırsız ıvır zıvır ile doldurduk heybemizi. Günün sonunda yere kadar camı olan bir restaurantda yemeğimizi yerken kararan havaya eşlik eden kar tanelerini saydık. Eve geldik, aldığımız yünlerden bereler ördük, uyuduk, kovboy filmli bir pazar kahvaltısına uyandık çocukluğumda gibi. Sucuk kokusunun doldurduğu bu yaşayan evde uzun bir kahvaltıyı gazetemizle birleştirdik. Ardından annemin en yakın arkadaşına gittik bir avuç daha yaşayan evleri paylaşmak için. Farkettim de bir pazar günü sevdiğim birine çaya gitmeyeli ne kadar uzun zaman olmuş.

Benim üzerimde pijamalarımla uyuşuk uyuşuk akşamı ettiğim pazar günlerimden sonra annemin arkadaşının bu yaşayan evinde bir Pazar öğleden sonrası kek ve taze çay kokusu ile karşılanmak perdelerini bile açmadığım evimi aklıma getirdi. Şimdi dedim kendi kendime, benim evim hala uyuyordur yapayalnız, oysa ben olsam perdeleri açar, evi havalandırır, güneşi içeri davet eder, hatta evimi yaşanılır kılmak için daha ne yapabilirim diye koşturur dururdum şu saatte. Osa bu yaşayan evde tam da Tarık Akan ile Emel Sayın’ın gülüşmelerinin duyulduğu televizyonlu bir mutfakta gelen türk filmi sesi, bir dilim çikolatalı kek kokusu ile karıştı da kalemime döküldü benim.

Şimdi aklımda bu yaşayan evler, kendi uykudaki evimde geri kalan 3 kısa günümü geçirip, yaza kadar sürecek tatilsiz, ve tempolu ofisim için enerji toplayacağım. Ama bu 3 günümde daha sonra belki vakit bulamam diye, korktuğum tarifleri uzun uzun deneyeceğim diye kendime verdiğim sözü gerçekleştirmek adına ilk tarifii denedim bile!

Evet ben hayatımda ik kez tart yaptım! Ve inanarak söylüyorum ki hayatımda bu kadar güzel ‘’birşey’’ daha yememiştim! Eğer Cafe Fernando’nun bu eşsiz tarifi, ve tart yapımı konusundaki püf noktaları olmasaydı bu frenk üzümlü mini tartlarım bu kadar güzel olamaz ve tartı her yiyenden aynı güzel tepkiyi alamazdım. Buyrun benim sadece meyvesini frenk üzümü yaptığım bu harika tartları ustasından okuyun!

Devamı için tıklayın..