11.01.2009

Kemancı

Cuma günü posta kutuma ''Metrodaki Kemancı'' isimli bir e-posta düştü. Okuduğumdan bu yana da sizlerle paylaşmayı düşünüyorum

Metrodaki kemancı...

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Devamı için tıklayın..

5.01.2009

Ben ve kendim

En sevdiğim havalar bu havalar, karanlık, yağışlı, hani yolda yürürken üşüyen ellerinizi sevgilinizin cebine sokup bir fincan kahve için sıcak bir yerler arayacağınız türden.. Ama sanki bu sene bana iyi gelmedi. Aslında suçu havalara da atmamak lazım belki de çok çalışmaktan bu havaların tadını çıkaramıyorum diyedir keyifsizliğim. Tam ramazan bayramı arefesinde başlayıp hala da artarak süren bir iş yoğunluğum var, sabah erken saatte ofiste olup geceye doğru bazen 21:00 banzen 22:00 de çıkıyorum işten. Hafta içi böyle olunca da bütün Cumartesi pazarlarım ellerim kollarım uyuşuk, yarı uyur yarı uyanık uzanarak ya da birşeyler okuyup miskinlik yaparak geçiyor. Öyle ki bu hafta sonu evden çıkmadığım dördüncü hafta sonu. Uzun bir zamandan bu yana geçmesini, bitmesini dilediğim bir dönemin son beş altı aylık son dönemlerine girmişken, hayatın bu kadar dolu olması, zamanın bu kadar hızlı geçiveriyor olması da bir nevi işime geliyor tabi ama ruhum sıkılıyor işte. Eski ylın son günlerinde ofisin merdivenlerinden yuvarlanıvermemle yatakta ayağım yukarıda geçirdiğim günler hayatım girince iyice herşeyden hevesim kaçtı, bloğuma bile yazamaz oldum. Kimsenin yeni yılını kutlayamadım, eski yıla veda edemedim, yeni yılı karşılayamadım. Düşünün ki bir senedir istediğim objektifi bana yeni yıl hediyesi alan eşimin sevinçten boynuna atladım da daha sahalara çıkıp deneyemedim bile kendisini. Gerçi hala ayağım inceden inceye ağrıyor bunun korkusu da yok değil...


Tüm bunlar olurken aslında kendi içimde de kendimle yalnız kalası bir durumum var. Müzik arşivimi düzenleyeyim, İz TV izleyip Fener’de herhangi bir sokaktaki küçücük bir caminin eskiden kilise oluşunu izleyip düşünesim, İlber Ortaylı dinleyip hayallere dalayım, ballı kurabiye yapıp yiyesim var.


Devamı için tıklayın..