28.12.2009

Hasret

‘’Bu sene yılbaşı agacımı sizin eve mi kuracagım?’’ dedim anneme. Oyle ya ben ağaç kuracagım o gidecek nerdeyse. Hayir dedi annenm, her sene evinde ne yaşıyorsan onu yaşayacaksın, hiçbirsey aksamayacak, hicbirsey degismeyecek.. Yoksa nasil başa çıkabilirsin ki boyle bir durumla. Tek yolu doğal oldugunu kabul edebilmekte..
Her sene oldugu gibi bir şişe şarabımızı actım sevgilimle, DVD’de Frank Sinatra, hem de guzelim sesine eşlik edein goruntuleriyle...Bir an durdum, sevgilim tek tek elleriyle ağacı süslerken, ben bu ağacı kaldırırken sen kimbilir nerelerde olacaksın dedim. Gözümden iki damla yaş geldi, gormesin diye mutfağa gittim gizlice agladim geri geldim..

Sonra bayram tatili geldi, Büyük adaya gittik şairlerin şehrinde, dizelerin sokaklarına. Havada yağmur, avuçlarımda aşkım, geçmişi hayal ede ede yürüdük adanın sokaklarında. Geceleri açık havada şarabımızı yudumlarken fonda Levent Yüksel’den o en güzel şarkı: Fırtınam felaketim hasretim, yetmiyor sevişmeler yetmiyor... Aşkımı bu adama yettiremiyorum ki dedim kendi kendime, fırtına olsam, felaket olsam, hasret olsam yeter mi diye diye gözlerine baktım. Böylesine iyi bir insanın tutup da bana aşık olmasının verdiği şükrü hissettirmeye çalıştım her bakışımda.. Hissetti de...

Sonra tatil bitti evimize döndük. 2009 başından bu yana kurban bayramının son gunu evimize donecegiz, ertesi gun sevgilim asker olacak deyip durdum. Kendimi nasil şartladıysam artık evden içeri girip de valizleri yere bırakınca anladım ki ‘’o an gelmiş’’. Gunlerdir hatta aylardır, askerlik nedir ki gelir geçer, ikimize de iyi gelecek, bi zbirimizi ozlemeyi ozledik gibi zırvalıklar aldı başını gitti bir anda ve ben gerçegin ta kendisiyle o kadar keskin bir şekilde yüzleştim ki... Yatak odasına gidip annemi aradım ve dedim ki: ‘’Anne ben şimdi ne yapacagım?.....

Gunler gunleri kovaladı, sevgilim 17 gunluk asker oldu. Şimdilerde yolda dengemi kaybetmiş gibi yürüyor, sigarayi ilk biraktigim gunku gibi elimi ayagimi nereye koyacagimi bilmiyorum. O gri bulutları sevgilim göremeyecek diye seyretmiyor, duydugum bir müzikte ellerini tutamiyorum diye kötü oluyorum. Henuz 17 gundur yok yanımda ama sanki 5 aydir onu gormemiş gibi hasretim. Her telefonundan sonra buruluyor, her aksam yataga başımı koydugum zaman kendimi yarım hissediyorum. Geçen hafta evime gittigimde şarkılar soyledigi sardunyalarımızın bile boynunu buktugunu gordum, cicekler de insan özler mi?

Tüm bunlar olup biterken her sabah şükrederek uyanıyorum. Birini bu kadar sevebildigime, 7 seneden sonra birini bu kadar özleyebilecegim bir aşk yaşadıgıma şükrediyorum. Her sabah 05:30 da bana gunaydin diyen kocamın benim sesimdeki guzellik ile şarj olduguna, her gece ruyasında gorebilecek kadar bana aşık olduguna şükrediyorum.

Her sene yeni birşey diler insan yeni yıldan, ben herkes için aşk diliyorum bu yıl, herkese benim kadar güzel bir aşk...
Bu gelgitlerde yazamadigim icin beni merak eden, yorum birakan, özelden mail gonderen herkese ayrica teşekkür ediyorum. İnsanın yüzlerini bile gormedigi insanlardan dostluk alması o kadar özel ki.


Devamı için tıklayın..

31.10.2009

Şükür

Bütün bir gün evde üşüdüm.Sanki bu yağmur ve soğuk daha öncekiler gibi gelip geçiciymiş sanarak aklıma kaloriferi yakmak gelmedi bile. Zaten sabah uyandığımda bu kadar da soğuk değildi hava. Yağmuru ve fırtınayı görerek geride kalmşı üç beş parça yazlık giysiyi de kaldırarak kabanları ve mantoları çıkardım. Önce güzelce bir havalandırdım, sonra da herbirini askıya astım ki kırışıklıkları açılsın. Sonra üzerime bir hırka aldım, az sonra da ayağıma çorap.



Yağmur, fotoğraflarda gördüğünüz henüz evime yeni konuk olan ve tam anlamı ile alışkanlıklarına ve ihtiyaçlarına alışma safhasında olduğum sıklemenlerimin boynunu bükecek kadar fırtınaya dönüştüğünde onları balkondan almak için uğraşırken salonumun penceresinin ne kadar güzel bir sokağa baktığını bir kez daha farkettim. Bu sefer elime makinemi alıp bu güzel ve tanıdık sonbaharın fotoğraflarını çekmeye başladım.


Yaz boyu balkonumuzda şarabımıza eşlik eden fenere bir mum yaktım ve onu da kasımpatılarımın yanına koydum. Sanki bana poz verirmiş gibi bir an rüzgara direndiler sırayla. İyice üşüyene kadar çektim fotoğraflarını. Ayağıma aylar önce kaldırdığım ve tekrar giymek için sabırsızlandığım patiklerimi de geçirdim. Rüzgardan kopmak üzere olan Türk Bayrağını balkondan sökerken aklıma geldi kalorifer yakmak. Eskiler hep 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında okullar ve işyerleri tatil olduğu zaman evde sobayı kurduklarını, soğukarın bu tarihten sonra geleceğini söyler ya, bayrağı indirirken aklıma geldi ki bu soğuk geçici değil. Doğuca kombinin yanına gittim kaloriferi yakmak için. Kombinin hemen altındaki fırında pişen peynirli böreğin kokusu burnuma gelince de az bir zaman sonra geceleri üşümemek için yün yorganımızı çıkaracağımızı anımsadım ve yüzüme bir gülümseme yayıldı. Bir anda markete gidip çeşit çeşit bitki çayları almayı, hemen ilerideki fırından kepek alıp kepekli kurabiye pişirmeyi, yarım kalan kitaplarımı raflardan indirip sıraya koymayı hayla ediverim. Ben kışı çok seviyorum....

Ama fırtına öyle bir hiddetlendi ki arabaya kadar bile yürüyemeyeceğimi anlayıp vazgeçtim. Radyoda ''My funny valentine'' çalarken onca sorundan, mutsuzluktan, sıkıntıdan sıyrılıp kendime armağan ettiğim bu günü yaşadığıma şükrettim. Çünkü şükür şu sıralar aklımdan geçen en güçlü duygulardan bir tanesi.

Anneanneme kanser teşhisi konup onu hastaneye yatırdığımız ilk gün, kardeşimin bebeğinin olduğu henüz yedinci gündü. Ben tam 1 hafta önce bebeğin dünyaya sancılarla gelmesini izleyip doğumun ne kadar mucizevi birşey olduğu sarhoşluğu ile yaşarken bir anca kendimi tam da karşı uçta, ölümle yüzleşirken buluverdim. Yan odada babası üçüncü ameliyatını olduğu için tam üç aydır hastanede bir sandalyede uyuyan kadın ile tanıştığımda ''üç ay hastanede kalma'' tabiri bana çok umutsuzca gelmişti. Oysa biz bugun hastaneye yatalı bir ay oldu ama benim hala umudum var.

Annemin annesini kaybediyor oluşunu izlemek beni çok üzüyor. Kelimelere dökemediği onca şeyi gözlerinden anlamak ama hiçbirşey yapamamak ne tuhaf. Bu sabah annemle telefon ile konuşurken dün gece üç aydır yan odada yatan kadının babasının vefat ettiğini öğrendim. Annem '' şükür annem hala hayatta'' dedi. Başkalarının felaket karşısında kendi durumunun onunkinden iyi olması sebebi ile hissedilen duygunun ''şükür'' olması ne ironik değil mi?

Neyse... Haftaiçi anneannem büyük bir ameliyat olacak, ve sonucunun ne olacağını hiç bilmiyoruz. Bizleri nelerin beklediğini, neler yaşayacağımızı tahmin edemediğimizden bugun bir mola verdim ben. Ruhumu dinlendirip hazırlık yaptım daha zor günlere.Daha da zor günler olduğunda daha çok şükredeceğiz öyle mi?
Kalorifer ısınıp böreğim pişerken de sıcacık bir kış çorbası yaptım kendime. En sevdiğimden hemde.

Televizyonda at arabaları ile seyahat edilen bir Avrupa kentinde geçen bir film vardı. Aynı bugun gibi karanlık, yağmurlu ve soğuk bir günde at arabasının çıkardığı tıkır tıkır sesi eski bir masal dinliyormuşum gibi huzur verdi bana. Film hiç bitmesin, battaniyem hiç açılmasın, yağmur hiç dinmesin istedim.

Malzemeler;

1 litre su
1 bardak kırmızı mercimek
1 yemek kaşığı zeytinyağı
2 bardak sıcak su
1 tablet etsu
Deniz tuzu
Pul biber

Hazırlanışı

1- 1 litre su ile mercimeği düdüklü tencerede 10–15 dakika kaynattım.
2- Tenceredeki çorbayı blender den geçirdim
3-Çorbaya zeytnyağ, 2 bardak sıcak su , etsu tableti, deniz tuzu ve pul biber ekleyip 5-10 dakika kaynattım.


Devamı için tıklayın..

22.09.2009

Enerji

Akşamları yorgun argın kapının önüne geldiğinizde, elinize anahtarlığınızı aldığınız zaman hep ama hep yanlis anahtarı kapıya sokmaya çalışanlardan mısınız? Bir kez de eline ilk tuttuğunda doğru anahtar gelmez mi insanın? Ya da anahtar ararken, elinizi kocaman çantaya daldırdığınız zaman çantanın içindekileri tek tek saçıp sokağa, anahtara hep en son mu ulaşanlardan mısınız? Arabaya binip caddeye çıktığınız zaman gözünüzü rahatsız eden güneşten korunmak için güneş gözlüğü aramaya çalıştığınız zaman da ilk o salak anahtar mı gelir elinize? Dakikalarca aradığınız minicik ruju bulamazken kaç kez geçer o aramadığınız gözlük elinize?



Ben tam da böyle biriyim aslında neden bilinmez. Ofiste otuzsekiz tane üstüste evrağın arasında benim aradığım ya en alttadır ya da en alttan iki üç üstte. Ama alttan aramaya başlasam üstte olur aradığım hep. Kola makinesinde hep diet kola yoktur mesela, normal kola ve zero da agzina kadar doludur, sonra ben bu durumlarda sinir olmamak için kola makinesine inerken bu sefer zero alip içeceğim o da guzel değil mi diye kendi kendime telkinde bulunurken bu sefer zero bitmiş agzina kadar diet kola doludur makine.

Kakaolu kek yapacağım zaman kakao yoktur evde, muhakkak yoktur ama. Ben nasilsa kakao yoktur diye kakao alip eve geldigimde de yumurta yoktur dolapta. Ben inat eder vazegeçmem ama kek yapmaktan, çıkar bir kez daha gider markkete yumurta alirim bu sefer. Ama hayatta insanların önüne önüne gelen şeyleri de hayretle izlerim mesela. Kimileri için hayat hep daha kolaydır, şans mı dersiniz, yıldız mı yoksa doğru zaman doğru yer tekniği mi bilemem ama benim yapacağım herşey hep zordur. Eşimin iki saattir kullandığı internet, ben laptopumu açınca çat diye kesiliverir, PC bunu hep yapiyor der eşim elime mac verir, bendeki mac bağlanmazken bu sefer eşimin elindeki PC bağlanır internete ne sinir bir durum değil mi? Önünüzdeki metroya bindiği an kapiarın kapanması, tam gözünüze kestirdiğiniz yere nereden çıktığını göremediğiniz birinin gelip parkedivermesi, en begendiğiniz markanın en sevdiğiniz hırkasının en guzel renginin sadece size uyacak bedeninin tükenmiş olması... Buna çekim yasası dendiğini o kadar iyi biliyorum ki. Ve nasil düzeleceğini de... Ama ben bunları yaşadıkça ‘’ şimdi aradığımı buluverecegim’’ diyemiyorum ki rüzgari tersine çevireyim.

Neyse, tüm bunları takmadan bir bayram tatili geçirdim ben. En önemlisi yazlık ile vedalaştım bugün. Dün yağmur sonrasi yıllardır yürümediğim kadar uzun bir yürüyüş yaptım sahilde. Bir dolu fotograf çektim iskelelerde, evlerin önlerinde, ne kadar olmuş buralara gelmeyeli dedim kendi kendime... Kırık bir iskelenin üstüne bir kuş konumuştu, yapayalnız bu kuşun fotoğranı çekeyim diye eğildiğimde yanına başka bir kuş kondu ve kuşlar öpüşmeye başladılar. Hemen sayfanın sağ tarafına ekliyorum görmeniz için...

Yine aylar süren bir ayrilik yaşayacağız ama yazlığı bir daha gördüğümde çiçek açmış erik ağacımın beni bekleyeceğini düşünerek bir kışa hazırlanıyorum. Evde geçirdiğimiz hafta sonları da bizi kışa yavaş yavaş hazirliyor zaten. Okumak istediğim ama hep ertelediğim birsürü kitap aldım ve başladım sırayla okumaya. Sonra biriken tarifler var bu kış sırayla denemek istediğim. Kış ortasında yazı anmak için buzluğa konmuş domatesler, bezelyeler, en çok özleyeceğim saksıdaki fesleğenler...
Bu tarif de bir kışa hazırlık hafta sonundan, peynirli börek hep en sevdiğim olmuştur.

Malzemeler

3 adet yufka
1 çay bardağı süt
1 çay bardağı zeytinyağ
250 gr. Beyazpeynir
2 adet yumurta
Çörekotu

Hazırlanışı

Fırın ısısını 180 dereceye getirin
1 yumurtayı , beyazını bir kaba alarak ayırın. Bu kaba diğer yumrutayı kırın, süt ve zeytinyağ ekleyerek karıştırın.
1 adet yufkayı tezgaha serip bir ucunu diğerinin yarısına gelecek şekilde katlayın.Karışından 2-3 kaşık dökerek yufkayı ıslatın.
Yufkanın dışına peyniri koyun ve rulo şeklinde sarıp fırın tepsisine yerleştirin. Diğer yufkaları da bu şekilde serip bir bıçak ile böreğe minik kesikler açın ve kalan karışımı böreğin üzerine dökün.
Üzerine yumurta sarısı sürüp çörekotu serpin.
180 derecede 35-40 dakika börek kızarana kadar pişirin.


Devamı için tıklayın..

19.09.2009

İyi Bayramlar


"vaniköy'den suya atlardım çocukken.
maskara akıntısı
çengelköy'de bırakırdı beni
yürüyerek eve dönerdim sonra.
hayattan başka ne bekleyebilir insan?
...
atlama cesareti en önce
koyverme bilgeliği
anaforların nirvanasındaki haz, coşku, heyecan ve delilik
kıyıya çıkacak kadar bir aklıbaşındalık ve usluluk
eve dönecek kadar bir sorumluluk ve çaba
ve huzur içinde bir uyku
öğleden sonra
evde.

yaşamak... bir akıntıya kendini kaptırmaktır.
düşünmek ise akıntılara kafa tutmaktır."

Emre Yılmaz

Duygularıma tercüman olan satırlardan bazıları bunlar... Çokça düşünüyorum şu sıralar bu satırları, acaba diyorum ben yirmidört saatin yirmibeşi koştururken bi yerlerde bana ait olması gereken ya da bana ait olabilecek neler kaciriyorumdur...
Neyseki bayram tatiline girdik, dört gün de olsa insanın kendi kendine kalıp bedenini ve ruhunu dinlendirebilecegi, görmediği uzaktakilere görmeye fırsat ayırabileceği zamanlar var kapıda. Erkenden kalkıp uzun bir sahil yürüyüşü yapıp ardından güne espresso ile başlayınca hayat birakmak istemeyeceğim kadar güzel geldi bugun.

Buradan beni okuyan herkesin bayramını tebrik ederim. Sizlere bayram için yazdan kalan, Tamek yarışması için hazırladığım Nohut Salatası hediye ediyorum. Bol bol dinlenmeniz ve sevdikleriniz ile sımsıcak sarılmalar geçirmeniz dileği ile...

Nohut Salatası

Malzemeler
1 Paket Tamek Haşlanmış Nohut
1 Demet ince kıyılmış taze soğan
2 adet küp kesilmiş domates
1 tatlı kaşığı kimyon
1 tatlı kaşığı pul biber
limon
tuz
zeytinyağ

Hazırlanışı

Tüm malzemeleri derin bir kapta karıştırın ve ılık servis edin.


Devamı için tıklayın..

7.09.2009

Hatıra















Henüz Eylül’ün başıyken ve yaza doğru dürüst veda bile edememişken, taksiden apartmana yürüme mesafesinde sırılsıklam olmanın tek avuntusudur yazmak. Her sene, bıkmadan usanmadan her sene yapılan ‘’bu yaz ne çabuk geçti’’ sohbetinin en iyi ilacıdır. Oradan buraya koştuturken not alamadığımızın, ve sırf bu yüzden hayyatta güzel olan bir sürü anıyı, anı unuttuğumuzun farkında mısınız? İşte bu pişmanlığa en iyi gelen çaredir yazmak.

Tam beş senedir, iki üç ayda bir saatlik vuslatlara mecbur kalan hasretimizi, bu sene doyasıya 1 tam güne yaymışken, akşam üzeri eve dönerken arabadan markette indiğimizde konuşmuştuk bizi ne çok özlediğimizi... Biz kuzen dedim, biz bundan beş sene evvel bu kadar birbirimizi özleyeceğimizi bilmiyorduk ya hani, belki de beş sene sonrasının kaderinde birlikte bir hayat paylaşmak vardır ne dersin? Mesela dedim, seninle aynı apartmanda oturuğumuz, telefon, internet ve camdan yukarı bağırmaların yeterli olmadığı zamanlarda, ayağıma terliklerimi geçirip iki kat yukarı çıkıp kapıyı vurur yanına gelirdim ya gecenin bir yarısı sıkıldığımda. İşte o bir rüyaydı hakikaten, ben tekrar o deni büyük bir rüya hayal etmiyorum da, hani seninle aynı sitede, ayni mahellede, onu da geç aynı semtte otursak hani. Arabaya binip sana gelmek beş dakika sürse de ben sırf spor olsun diye yürüsem sana gelirken. Şu markete uğrayıp aynı bu akşam olduğu gibi dört tane bira alsam da şişeleri sallayarak sana gelsem, gelmeden az evvel de telefon açsam müsait misin diye. Ne hafta sonu, ne bayram tatili ne yeni yıl bayramları olmasın bizim sohbetlerimizin bahanesi. Ertesi gün işe gidecek olsak da ben saate baksam eve geri dönmek için. Sen kötü bir gün geçirmiş olsan ofiste onu konuşşak sıradan şeylerden hiç konuşamadığımız yıllara inat. Sonra ben kalksam evime dönsem de sen eskiden olduğu gibi ben eve varana kadar br şarkı bestelesen de kaydetsen, sonra sabahlara kadar ona söz yazmaya çalışşak nasıl olur dedim. Belki bir gün olur be kuzen dedin, inanarak, imrenerek..

Ne çok şeyin hayalini kuruyor insan. Çalışmamayı, upuzun tatilleri, sessizliği, daha zayıf olmayı, ya da ne bileyim aklından geçen bütün kitapları okumuş olmayı... Fakat yağmur ve sonbaharla birleşen bir Pazartesi sendromunu atlatmanın tek yolu yapayalnız evde, yanmış mumların arasında eski bir Sezen şarkısı ile yazı yazmak, bir dost hayali kurmak olmamalı. Belki yollarından biri olmalı ama tek yolu değil...

Çook eskilerden bu makarna, haftalar haftalar evvel dört tane bira alıp geldiğimiz evimde biraya eşlik eden bir tarif, şimdi yazarken bile ne güzel akşammış dediğim akşamdan. Koşturmaktan tekrarının nasil da hayalini kurduğumu yazamadığım akşamdan. Bu akşamlardan onlarcası yüzlercesi olsun, ben hep yazayım istiyorum. Gerçek olur mu bu hayalim?

Yaz bitiyor, sonbahar en sevdiğim mevsim.... Kızımın adı bahar mı olsun eylül mü karar veremediğim kadar çok sevdiğim mevsim... Bir sürü yemek fotografı var size anlatmak istedigim, ama her biri tehlikeli melankolik yazılara gebedir söylemedi demeyin!

Fırında domatesli fesleğeni makarna
1 paket makarna
1 demet fesleğen
5 adet domates
1 çar bardağı süt
1 çay bardağı kaşar peyniri rendesi
Zeytinyağ, tuz, tane karabiber

Hazırlanışı
•Makarnayı haşlayıp süzün
•Rendelenmiş domates, ince kıyılmış fesleğen, süt, zeytinyağ ve tuz ile karıştırıp fırın tepsisine yayın,
•Üzerine kaşar peyniri rendesi ile tane karabiber serpin
•175 derecede 30-35 dakika pişirin.


Devamı için tıklayın..

12.08.2009

Zaman Dursa!

Tatilimin ikinci ve son bölümünü geçirmek için yine yazlıktayım, annemin yanında, hani daha önce de bahsettiğim gibi bir avuç sevinç almaya geldim yine. Eşim yetiştirmesi gereken bir projesi yüzünden yine katilamadı bana, oysa ben eşim gitmeden önce son tatilimizi uzun uzun yaparız bu yaz sanıyordum ama kısmet deilmiş, artık geldikten sonra diye umut ediyorum...
Perşembe akşamı çantamı hazırlamak için işten eve döndüğümde yağmurun yağdığı yaz günlerinin hayalini kurdum hep. Yazın ortasında birden şakır şakır yağmaya başlayan yağmurun değmediği herhangi bir kuytuda, walkmanim ile İlhan İrem dinlediğim, eve dönmeye çalışırken ayakkabılarımın çamur olduğu upuzun toprak yolda benim gibi ıslanan kedilerin başını sevdiğim, ve eve geldiğimde peynirli anne poğaçası kokan evimi...

Eskiden kışlık evimize döndüğümüzde çalışma masamda bıraktığım mektup kağıtlarımı unutacağım kadar uzun olurdu yazlar. Şimdiki gibi aklımıza estikçe İstanbul’a gidilmezdi yazları, ya okula kayıt olup kitapları almaya, ya da bir resmi işlem halletmeye gidilirdi. Okullar kapanıp yaz olduğu zaman kıyafet, kap kacak, kitap ne varsa annemle babamın arabasına tıka basa doldurur, iki araba arka arkaya şimdilerde yarım saat süren yolu iki saatte tıngır mıngır gelirdik, abim babamın arabasında, ben ise annemin... Haziran ortasındaki kazak giydiriğimiz akşamların serinlerden, eylül başındaki sonbahar rüzgarlarına, sert lodos fırtınalarına kadar kaç değişik esintiyi, kaç değişik duyguyu yaşar, doyasıya eğlenirdik.
Tüm bunların anısı ve yağmur hayalleri ile hazırladım çantamı ve uyudum. Sabaha karşı aniden bastıran bir sağanak ve ardarda vuran gökgürültüsü ile korkarak uyandım. Tamam dedim hayallerim gerçek olacak. Ben bu sefer suyun üzerinde sırtüstü yatıp da sadece yüzümün açıkta kaldığı gökyüzünden yağmur damlalarını hissedeceğim. Aynen de öyle oldu! Cumartesi minderimin üzerinde kitap okurken aniden bastıran yağmur tam da hayal ettiğim gibiydi.... Önce beni sonra tüm denizi ıslattı, aklımda elimde okuduğum kitaptan bir satır ile yüzmeye gittim hemen; ‘’ balık yüzdüğü okyanusu denetleyebilir mi?’’
Günlerden Çarşamba oldu. Aynen çocukluğumdaki gibi annem kalkıp bütün bahçe ile birlikte pazara gitti sabahtan. Koca bahçede yapayalnız yaprakların çıkardığı sese eşlik eden nefesimden başka ses yok. Yazımı yayınlayıp, btmesini istemediğim kitabımdan iki sayfa okuyup kendimi başka şeyler ile oyalamak üzere sahile ineceğim. Uzun uzun yüzdükten sonra biraz voleybol, ardından güzel bir uyku... Ve tüm bunlar seneler sonra bile olsa çalışma masamdaki mektup kağıtlarımı unutturacak kadar keyifli ve huzurlu geliyor bana. Peynirli poğaça mı? Hala yapamadık annemle, siz şimdi pisicik Mika’mızın fotoğrafı ile oyalanın, poğaça fırından çıktı çıkacak!

Devamı için tıklayın..

28.07.2009

Manolya Ağacı

''Beni sorsalar sana nasil anlatirsin'' deseler; ‘Hani seneler sonra nerede manolya kokusu duysam çocukken bizim evin önünde açan manolya ağacının kokusu burnuma gelir de teyzemin peynirli poğaçasının verdiği huzuru hatırlarım ya, işte seni sevmek de manolya kokusu gibi, her daim huzurlu, her daim bana ait ‘’diye cevap verirdi adam, eger hala hayatta olsaydı...
Seneler seneler evveldi, buralardan çekip gideli çokça oldu ya, gitmeden önce kendince anlamadığı bir dilde söylerdi aşk şarkısını karısının gözünün içine baka baka. Ne karısı anlardı bu dili, ne de adamın anladığını sanırdı. Belki ikisinin gizli aşk diliydi bu şarkı kimbilir. Birine ölmek istercesine aşık olursun ya hani, ne varlığı yeter sana ne yokluğu, hiç gibi olmak istersin onunla, açımak, acıtmak en çok da kanatmak istersin hissetmek için, aynen öyle... Hiçbir biçime sokamadığın, betimleyemediğin ve hiçbir kelimeyle anlatamdığın aşk gelip girivermişti onların koynuna. İnsan birini sokakta yürürken görüp evlenme teklifini kabul eder de hemen ardı sıra 18 ay asker yolu gözler miymiş? aşık olur, evlenir de mutlu olur mu dersiniz, oluyormuş. Hep aynı şarkı, aynı melodi kadına söylediği, ne anlama gelir bilir mi kadın? Bilmez. Bilmez ama hisseder belki de adamın tenine dokununca.
Bir kısa evlilik, iki küçük çocuk derken adam çeker gider bu dünyadan geldiği gibi ani ve hızlı...
Hayat alabora etti herkesi başka başka yanlara, şarkısız sözsüz başka dünyalara, masalara, rakılara ve mezelere...
Kadın peşi sıra 23 yıl arar bu dilini adını, kimin soylediğini bilmediği şarkıyı. En kalabalıklarda kendini sahipsiz kimsesiz hisseder insan da derdine hiçbir kelam tercüme olaz ya, öyle yalnız, öyle yapayalnız bir şarkınıın peşinde geçen yirmi üç yıl. Kadere inat, yazılan yazılara inat unutmadı melodiyi, ismini, geçmişini unutmaktan korkmadı ya kadın, en çok şarkıyı unutmaktan korktu.Bir çok şarkıya benzetti durdu şarkıyı ama bulamadı.
Seneler seneler sonra bir konserde biri ana diliyle soyledi sarkıyı, hiç beklemediği bir anda, tesadüfen...
Telefonuma kaydettim hemen şarkıyı, sonra eşimle birlikte bulduk, bu sözleri Boşnakça olan şarkıyı eşim ana dili Boşnak olan kuzenine tercüme ettirdik, buyurun buradan yakın;
Bana kahve pişir sevgilim
Kendine pişirdiğin gibi
Gece yarısı geleceğim
Yanına oturacağım
Bana yatağında yer aç sevgilim
Sanki sen yatacakmışsın gibi
Gece yarısı gelip yatacağım
Gelme sevgilim gerek yok
Başka bir sevgili var artık
Çünkü sen de bana başkalarının daha iyi olduğunu söylemiştin



Kafu Mi Draga Ispeci - Suzan Kardeş


Devamı için tıklayın..

İstanbul'da yaz


Tatil yetmedi pek tabiki kime yeter ki diye döndüm yuvama. Önce bir Pazartesi sendromu, herşeyi unutan beynimin armağanıdır bana salı olunca hiçbir sendromu kalmayanlardanım ben. Bu kadar şeyi unutuyorken asıl unutmak istediklerimin de her sabah benimle beraber uyanması nedendir onu da bilemem pek tabi..

Neyseki hafta cok yogundu da neye ugradigimi sasirdim birden Cuma oldu bir baktım döndüğüm yerde yazlıktayım, şarabımı açmışım kaldığım yerden devam ediyorum. O kadar uzun yıllardır yazlıktayız ki biz, mesela temmuz ayında bir Cumartesi günü İstanbul’da kalsam elimi ayagimi nereye koyacagimi sasiririm ben. Ya yapacak sey bulamam, ya da yapacak onca şeye aynı anda koşturur kendimi de etrafımı da bunaltırım biliyorum. Ama buna ragmen eşimin Pazar ogleden sonrasına bir toplantisinin cikmasi ile erken döndük bu hafta yuvamıza. Önce sabah erkenden kalkıp yuzduk uzun uzun. Sonra o kimsenin sahilde olmadigi saatlerde yanyana güneşlendik sevgiliyle, bu sene tatile gidemiyoruz ya birlikte, bak bu saatte kimse yokken seninle tatilde gibiyiz dedi kandirdi beni. Ardından hamile kardeşimize armağan olarak mozart for babies ile yaptık Pazar kahvaltımızı, erken ıslak, serin ve mutlu. Bu kadar güzellikten sonra denizi ve güneşı bırakıp İstanbul’a donmek uzmedi tabiki beni. Bir Pazar ogleden sonrası evimde, ustelik kendi kendime, ustelik hava da beş dakika sonra yagacakmis gibi griyken ne çok kitap okudum bir bilseniz.

Şimdiyse onumuzdeki hafta cikacagimin ikinci iznimin hayallerini kuruyorum kafamda. Yine heyecanlıyım, yine yazlıktayım, yine uçurtma bayramlarına gidiyorum buzz gibi Mojitolar ile sevinmeye.

Mojito (4 kişilik)

6 adet sarı limon
2 adet yeşil limon
1 yemek kaşığı tozşeker
Yarım demet taze nane
3 şişe sade soda
½ şişe bacardi
Bolca buz

1.Sarı limonları kabukları ile birlikte 5-6 parçaya bolun.
2.Yarım demet nanenin yarıdan fazlasını tek tek dallarını kopararak toz şeker ile limonlara ekleyin ve limonları iyice suları çıkana kadar yogurun. (Hatta sabredebileceseniz karışımı bu şekilde 10-15 dakika bekletin derim.)
3.Sonsa suyunu süzüp soda ve bacardi ile karıştırın.
4.Yeşil limonu ince ince dimleyin.
5.Bardaklara once buz sonra sırası ile limon, taze nane, ve en son da hazırladığınız karışımı ekleyin.

Devamı için tıklayın..

9.07.2009

Uçurtma Bayramları



















Bitmiyor bu hayat
Ve sonu gelmiyor bu sonsuzluk acısının
Sonu gelmiyor insan acısının
Yolsa ben ister miydim
Öykülerde saklanarak yaşamak...
Sonsuzluğu
Senin o kısacık ömrüne çevirmek istemz miydim...
Öyküler denizin en dibinde
Saklanmak ister miydim...
Ama ne zaman soluk almak için çıksam,
Bitmiyor, bitmiyor bu hayat...
Yoksa bu karanlık sonsuzlupu
Senin o kısacık ömrünle değiştirmek
İstemez miydim...

..........demiş Cezmi Ersöz, ne iyi etmiş... Kendi kendime bir DNR terapisinde öylesine alıverdim kitabı elime. Çokça zamandır ruhumla oynadığım saklambaçta yakalanmamak için olsa gerek Cezmi Ersöz okumaz olmuştum. O kadar öylesine dokundum ki o kitaba... Belki de fonda çalan Patricia Kaas etkisi de yardımcı olmuştur bu kadar yoğum hissetmeme. O günler evvel Harbiye’de biz aşıkların iliklerine kadar güzellik dolduran o kadının sesiydi belki de beni bu kadar etkileyen kimbilir. Oysa ben sadece yarın çıkacağım tatil için alacağım kitapları seçiyordum.


Eski bütün güzel şarkılarını bir albüme toplayıp bizleri düş bahçelerinde yürüten Sezen Aksu ile geçen yaz akşamlarıma ara veriyorum. Yarın akşam tam dokuz günlüğüne izne çıkıp yazlığa, annemin yanına gidiyorum. Sabahları herkes uyurken kırık iskeleye kadar yüzmeyi, arkasından bir bardak sıcak çay içip uykuya dalmayı hayal ediyorum. Hemen uyanıp yukarıdakine benzeyen yüzlerce cümleden herhangi birini okumak, gece olunca ayaklarımı mehtaba kadar uzatmak, bir de üzerimde incecik bir pike ile şarap içmek, yapayalnız oturmak istiyorum çocukluğumun geçtiği kumlarda. Düşünmek, hatırlamak bazen de unutmak. Bir rüyaya bir ümide yaslanıp yaralanmak sonra da sevgilere tutunmak...

Ben uçurtma bayramlarına gidiyorum sevinmeye.. Ölümsüz özgür çocukluğuma yeniden yol vermeye, koşmaya... Annemden bir avuç sevinç alıp yalnızlara, koskoca şehirde yapayalnız olanlara sevinç vermek istiyorum.

Yenilenmek ve aldığım yerden devam etmek istiyorum.


Devamı için tıklayın..

9.05.2009

Süpriz

Cuma akşamını başbaşa geçirelim mi dedi sevgili. Elbet dedim, bir Cuma akşamını seninle başbaşa geçirmekten daha büyük bir keyif var mı benim için? Nereye gideceğiz dedim, sır... bir cevap yok. Sorgulamıyorum o halde ben de. İlla herşeyi bilmek zorunda mıyım? Bilsem ne değişecek ki şunu mu giysem bunu mu taksam diye stres olmaktan başka? Hem süprizleri keyifli kılan kendini süprize teslim etmek değil midir? O halde ben de sonuna kadar tadini çıkarayım bu süprizin dedim. Klasik Cuma kıyafetlerimi giydim işe giderken. Koca hafta giyilen ütülü pantolon, kol düğmeli gömlekten sonra Cuma giyilen jean nasil da kayif veriyor. Sırf bu sebepten bir kez daha en sevdiğim gün olabilirsin Cuma!
Neden bilinmez gri-beyaz-siyah olan gardrobuma renkli hem de pembe bir gömlek aldım bir gün evvel, hem de renkli olmayı sevmememe rağmen. Pembe gömleğime sarı saçlarımı tarayınca, mavi gözlerime delacivert rimelimi sürünce tüm gün barbie bebeğe benzettiler beni. ofiste Meğer ben tam süprize göre giyinmişim de bilmiyor muşum! Sonradan düşündüm ki nereye gideceğimi blseydim tam da böyle rengarenk, bahar gibi giyinmek isterdim.



Akşam olunca ‘’sen arabanı garajda bırak’’ dedi sevgili, ben seni başka bir arabayla almaya geliyorum! Allah allah desem de içimden yok dedim düşünmeyeceğim, sorgulamayacağım. Kendimi yedi yıl evvel gözüm kapalı nasil biraktıysam bu adamın kollarına, bu akşam da öyle bırakmak istiyorum. Bir kadeh şarap içip azıcık rahatlasam şu kontrol delisi durumumdan kurtulabilirim elbet ama akşamın 6 sinda ofiste şarap ne arar? Rujumu tazeledim bindim sevgilinin arabasına. Hop ikinci köprüdeyiz. Tamam dedim, ilk çıktığımız akşam gittiğimiz restauranta götürüyor bu adam beni ne güzel. Orada şarap da var hem, taze rokalı bir salata da istedim mi değmeyin keyfime. Sonrasında Bağdat Caddesinde bir dondurma turu diye düşünür buldum kendimi. Nolur biri bana yardım etsin, düşünmek istemiyorum derken Bostancı sapağından sapıverdik sağa. Demek Cafe Cara’ya gitmiyoruz dedim. Sonra arabamızı herhangi bir sokak arasıymış gibi görünen bir yere park ediverdik. Arabadan indik inmesine de insan neyreye gideceğini bilmediği zaman boş boş duruveriyormuş sokağın ortasında. Kendimi elimi tutan sevgilinin yönüne bırakıverdim. Caddeye çıkar çıkmaz ilk ışıklardan karşıya geçmek üzere yaya geçidinde durmuştuk ki artık dayanamayıp sordum ‘’Aşkım biz nereye geldik?’’ Sevgili yüzünde pek ender görebildiğim bana özel gülümsemesiyle gözlerime baktı, sanki birkaç dakika sürdü. Sonra yüzünü tam karşıya çevirip gümeye devam etti. Ben de sevgilinin baktığı yöne bakmıştım ki dizlerimin bağı çözüldü sanki. Hayatımda hiç canlı dinlemediğim, hep istediğim ama bir türlü gidemediğim Sezen Aksu Konseri’nin afişi tam karşımda duruyordu!.....
.................. derken Sezen çıktı sahneye. Senelerce düşünmüştüm ben Sezen’i sahnede ilk hangi şarkısı ile dinleyeceğim diye. En sevdiğim şarkısı ‘’Gül’’ mü? Yoksa çocukluğumu hatirlatacak eski bir şarkısı mı? Hüzünlü bir melodi ile mi görecektim ben Sezen’i ilk yoksa kıvır kıvır göbek atarken mi? Karşımda o sahnede devleşen minik bir serçe, ellerimde sevgilinin kalp atışlarını hissettiğim sıcacık elleri, gözlerimin yaşını sevgilinin omzuna bırakırken, tam da otuz yaşıma basmama üç gün kalmışken, haftalardır beynimde dolaşan duygularımı, biten giden dertlerin beni ittiği yeni bir başlangıcı yazmak istediğim, anlatmak istediğim düşüncelerimi sezen yazıvermiş zaten:

Başımı omzuna yaslamaya
Hayata yeniden başlamaya
Bağında, bahçende, pınarlarında
İçimi yıkamaya geliyorum


Kutlama - Sezen Aksu

Doğum günün kutlu olsun dedin sevgili. Hayatımda aldığım hiçbir hediye ile doğduğum güne bu kadar içten ‘’iyiki’’ dememiştim.. İyi ki doğmuşum, iyi ki beni Tanrı’ya bir kez daha inandıran bu kadını görmüş, duymuş,seyretmişim. Ve iyiki bu kadını dört saat boyunca sevgili ile elele, gözlerinin içine bakan gözlerinin yanı başında izlemişim.

Böylesine güzel bir süpriz karşısında sevgiliye en sevdiği yemek ile teşekkür etmeli.

Malzemeler
4 adet iri patates
2 yemek kaşığı zeytinyağ
Pulbiber
Kekik
Tuz
1/2 çay bardağı su

Hazirlanışı

Fırın ısısını 200 dereceye getirin. Patetesleri küp doğrayıp bütün malzemeler ile karıştırıp 50 dakika fırınlayın.

Devamı için tıklayın..

5.05.2009

Hıdrellez


Bu akşam bir dilek dileyin gönlünüzden, ve bütün iyiliklerin gerçekleştiği, bütün çözümsüzlüklerin çözüme dönüştüğü bir sene hayal edin. Balkonunuzdaki bir çiçeğe su verin önce, sonra dileğinizi düşünün gül ağacı niyetine... Ve gökyüzüne gönderin dileğinizi... Bir mum yakın karanlık odanıza, bir de Sezen Aksu'dan ''Gül'' dinleyip uzaklara dalın, o çok uzaklardan deniz esintisi gibi huzur gelsin yüzünüze çarpsın sezenin sesi ile...
Her hayal birgün gerçek oluyor, gerçekten diler ve gerçekten inanırsanız gerçek olmaması için hiçbir sebep yok çünkü.
Devamı için tıklayın..

19.04.2009

Erguvan Gezintisi Birinci Bölüm

Mayısın 12 sinde doğmamdandır baharı bu kadar sevmem. Ve kızım olmasını adını da Bahar koymayı çok istememin tek sebebidir. Çünkü bahar bir uyanıştır tükenmiş herşeyden. Yeniden doğmak, sebepsiz umut etmektir. Kışın yokluğuna acısına dayabilmenin tek yolu baharın umudu, yeniden geleciğini bilmenin rahatlığıdır aslında. Soğuğun ve yokoluşu ‘’geçici’’ olduğunun kanıtıdır bahar. En güzel, en mavi mevsimdi...
Bu hafta perşembeden itibaren hava ‘’bahar kokuyor’’ diyordum zaten. En nihayet kısa kollularımız ile dolaşıp sımsıcacık güneşi içimizde hissettiğimiz güzel ama bir o kadar da kısa sürecek olan bahar geldi. Tadını çıkarmak için çok acele etmemiz gerekiyor zira geldi mi gelecek mi derken bir bakmışız yazın yapış yapış sıcağı başlamış, koca kış kendimizi hapsettiğimiz kaloriferli evlerimizin bu sefer klimalı bölümlerine hapseder oluvermişiz kendimizi.
İşte tam da bu baharın tadını çıkarmak için daha evvel bahsettiğim erguvan gezintisini yapmak üzere Pazar sabahı için benim adıma erken sayılabilecek bir saatte buluştuk arkadaşımla Boğaziçi Ünversitesi’nin kapısının önünde. Kendim ve etrafımdakilerin ruh sağlıpı, can güvenliği için uyanır uyanmaz kahvaltı edip çay içme gerekliliğim en çok dışarıda kahvaltı edeceğim sabahlar rahatsız ediyor beni. Çünkü ben ne yazıkki çay içmeden, kahvaltı etmeden sinir küpü gibi gezinenlerdenim. Daha yüzümü yıkamadan çay suyu koyar, kızartma makinesine ekmek koyarım sabaharları.Kahvatı yapmadan evvel konuşamadığım, göremediğim, hissedemediğim için okula girer girmez hemen ilerideki enfes manzaranın tadını malesef çıkaramadım.

Şimdi düşünüyorum da normal bir durumda benim orada on onbeş fotoğraf çekmem, muhakkak birşeyler içip sessizce oturmam gerekirdi. Malesef şöyle bir bakıp meydana yürümeye devam ettim. Bana küçüklüğümün Bebek Koru’sunu andıran bu okulda kendimce öyle eskilere öyle eskilere gittim ki bir an nerede olduğumu bile unuttum. Geçen sene Çatalca da yuvarlanmak için saatlerce aradığım papatya tarlalarından tutun da mis kokulu ıhlamur ağaçlarına kadar envayi çeşit ağacı, bitkiyi bir arada bulunduran bu koru Pazar sabahıma keyif üzerine keyif kattı. Bütün köşelerinin şişman ve bakımlı onlarca kedi tarafından esir alındığı bu şirin okulda sessizce ve geçen vapurların düdükleri ile lezzetli bir sandviç ile ettiğimiz kahvaltının keyfine diyecek yoktu. Arkadaşımın okul anılarını dinlerken tam da boğazın karşı kıyısında duran kendi okuluma bakıyor, kendi anılarımda gidip geliyordum. Öğlen 13:00 de olacak sınavım için sabahın 07:00 sinde okula gelip tenis kortunun yanındaki çimenlikte bir paket sigara ve birsürü kahve ile ders çalıştığım günler gözümün önüne geldi bir bir. Okulun ilk günü kimseyi tanımamanın verdiği rahatsızlığın, üniversiteli olmanın gururuna karıştığı duygularım ile nasil mücadele etmeye çalıştığımı, kah korku kah keyif ile bazen isyan ettiğim, yorulduğum o kadar çok gün oldu ki. Bazense tam tersi yüksek lisans yapıp okulda kalmayı istedğim anlar bile oldu. Şimdi düşünüyorum da okuldan mezun olalı bile 7 koca yıl olmuş, zaman ne çabuk geçiyor hayret...
Fen Edebiyat fakültesinin dersliğindeki ‘’sınıf kokusunu’’ ne çok özlemişim... 7 sene önceki gibi tebeşir bir tahta, ve küçük bir tepegöz, bir de sınıfın arsız beleş öğrencisi gri bir kedicik... Yok yok bu kediler kesin buraların sahibi, kapıları açık bıraktığımızda arkamızdan kızıyorlar yahu!
Uzunca bir dolaşmanın sonunda öğlen olmuş bile, içeceklerimizi aldık, gazetelerimizi serip doğruca çimlerin üzerine uzandık arkadaşım ile.Güneş içimizi ısıtırken iyice kalabalıklaşmaya başlayan etrafdaki çocukların sesleri insana huzur veriyor. Ben dayanamayıp ayakkabılarını çıkardım bile, senenin ilk çimlerine de böylece basmış, kışın üzerimde biriken bütün elektriği de kendimce topraklara akıtmış bulunmaktayım.Şimdi düşünüyorum da daha 2 saati anlatabilmişim size, oysa o kadar fazla detay var ki anlatmak istediğim, diğerlerini de başka yazılara saklamalıyım.
Erguvanlara gelince, biraz erken gitmişiz ki hayat ettiğimiz erguvanları bulamadık ne yazıkki, henüz yeni yeni pembeleşmeye başlayan erguvanların kokusu etrafa yayılmamıştı bile. Fakat tam 2 hafta sonra aynı gün ve satte tekrar buluşmak için sözleştik arkadaşımla, bu sefer eşler ile, kahvaltımızı da yaptıktan sonra!
Fotoğraftaki mercimek salatasını çok uzun zamandır denemek istiyordum, böyle şeyler Pazar gününe yakışıyor benim zihnimde, peynirli börek, sıcacık bir akşamüstü çayı ve mercimek salatası olduğu zaman günlerden Pazar demektir! Tarif çok kolay ve benim gibi mercimek severler için bulunmaz bir nimet.

Mercimek Salatası
1 su bardağı mercimek
1 su bardağı köftelik bulgur
1 yemek kaşığı zeytinyağ
1 adet yemeklik doğranmış kuru soğan
1 limon
1 yemek kaşığı sumak
pulbiber
Tuz
Karabiber
Hazırlanışı
1) Mercimeği 1 litre su içerisinde 15 dakika kadar haşlayın.
2) Bulguru tel süzgecin üzerine koyup üzerinden 4-5 kez kaynamış su geçirin. Sonra kapağı kapalı bir saklama kabına alıp 10-15 dakika kabarmaya bırakın.
3) Bu arada soğanı yemeklik doğrayıp tuz ile ovun.
4) Haşlanmış mercimek, bulgur ve soğanı karıştırın.
5) Üzerine zytinyağ, limon suyu, sumak, tuz, karabiber ve pulbiber ekleyin ve karıştırın.

Devamı için tıklayın..

8.04.2009

Unutkanlık

Uzunca bir zamandir üstüste hani ‘’birşey unutmuşluk hissi’’ vardır ya onunla yaşadım durdum. Kapıdan çıkmadan evvel telefonumu aldım mı diye üçüncü bir kontrol gibi, çaydanlığın altını kapattım mı ya da bilmemne faturasını ödemişmiydim gibi. Ne eksikti ya da neden eksiktim bilmiyorum ama ruhum tam da böyleydi işte. Evde yıkanmasını planladığım bir makine çamaşır varsa, ya da kafama bir yemek yapmayı koyduysam zamanı durdurup TV’nin karşısında kahve içemeyenlerdenim ben. İlle aklımda olanları tümüyle gerçekleştireceğim ondan sonra gelecek keyif vakti. Aklımda olanı yapmasam da kime hesap veriyorum diye düşünüyorum da bazen, en zoru insanın kendine hesap vermesi değil mi? Birini istemeden kırdığımda gider bin kez özür dilerim de bunu nasil yaptım diye kendimle yüzleşemem bir türlü, kızarım utanırım kendimden. Oysaki birinden özür dilemek ne de kolaydır...
Unutmuşluk hissi diyordum konu nerelere geldi. Cumartesi sabahı uyandığımda bu unutmuşluk hissi tamamen geçivermişti. Belki bir rüya gördüm, ya da sarışınım ya neyi unuttuğumu da unuttum diye güldüm kendi kendime. Sahi bir ara bana unutkanlık ile ilgili bir tanı konulmuştu. Onu, bunu, şunu herşeyi unutuyordum. Mesela yolda birini görüyorum, canım arkadaşım diye sarılıyor bana, ama ben onun kim olduğunu bir türlü bilemiyorum ne zor şey. Hala hatırlarım bir arkadaşım bana bir hafta önce Beyoğlu’nda nasil da eğlendğimizi anlatırken ben arkadaşımın ismini bile hatırlayamamıştım. Doktora gittiğimde tabi bin türlü şeyden şüphelendi de durumu hiçbirşey bulamayında ‘’psikolojik’’ bulup bana bitkisel bir takım takviyelerden ve zihni canlandıran enzimleri barındıran bir hap verdi her sabah aç karnına içmem için. Tamam da başım ağrımıyor ki ilaç içeyim unutkanım ben nasil hatırlayacağım o ilacı içmeyi?

Pek tabi ilacı unuttuğumu bazen hiç farketmiyor, daha da kötüsü ilacı içmeyi unutuyor, sonra bu durumu da unutuyor ve ilaçları saydığım zaman eksikleri görünce farkediyordum aslında içmeyi kimi zaman unuttuğumu . Tamam dedim çaresi var bunun da, kahvaltı masasının hemen yanındaki buzdolabının üzerine ‘’UNUTMA’’ yazan bir magnet alıp astım. Sabahları kahvaltı yapmak için masaya oturduğum zaman magneti görecek ve kahvaltımı yapmadan evvel ilacımı içecektim. Bir süre herşey güzel gitti. Sonra bir sabah o magneti neden oraya astığımı düşündüğüm an farkettim ki ‘’psikolojik’’ olan durumlar takıntı, baskı ve stres sonucu feci boyutlara ulaşabiliyor. İlacı kaldırdım, unutmak da o sıralar yaptığım en kolay şey olduğu için durumu da unuttum, sonra herşey bir süre sonra düzelmeye başladı. Yavaş yavaş unuttuğum herşeyi hatırladım bir bir. Şimdi de zihnimin çok zinde ve çevik olduğunu söyleyemem pek kolay unutuveririm herşeyi, ama o zamanlardaki gibi olmadı hiç çok şükür. Ama unutmamın bana yüzde yüz fayda sağlayacağı şeyleri neden unutmam da her gün kavga ederim, güzel şeyleri de nasil çabucak unutup tüketitim bilemem... Neyse barışığım kendimle bu sıralar, bahar güneş spor derken seviyorum kendimi Allahtan.
Birşey anlatacağım ama toparlayamadım nedense. Çok çalışıyorum bu hafta herşey dağınık hayatımda, kategorize edemediğim bir sürü proje varken giriş gelişme sonuç durumlarını hiç toparlayamayacak kadar dağınığım. Yine de kenarda pek süslü bir kurabiyem var onu paylaşmadan edemedim. Özlediğim bir arkadaşımın Facebook’da kurabiyelerimi özlediğini yazmasından sonra dayanamadım iki tepsi kurabiye yapıp, şık da bir kutuya koyup, bir de güzel not yazıp gönderdim arkadaşıma. Diyorum ki ben de Facebook’a özlediklerimi yazsam , dileklerimi şıp diye gerçekleştirecek dostlarım var mı acaba?
Eskiden günlük yazarken hep ruh halimi anlatan şarkıların sözlerini de iliştirirdim sonlarına. Herşey teknolojikleşti, kolaylaştı pek tabi, artık sözlerini yazmaktansa günlüklerimize şarkıları ekleyip anlatabiliyoruz adlandıramadıklarımızı. Bu sene mayıs ayında 30 olacağım ben. Daha önce olanlarınız pek güzel anlar beni, geçmiş gelecek bugun zihnimde gelip gelip gidiyor şu aralar. Ve hep bu şarkı... Ayten Alpman ne de güzel söylemiş...Yıllar yıllar sonra bu sözleri işitecek kadar şanslı mıyım acaba diye düşünmeden edemiyorum.



Her Yasin Ayri Bir Guzelligi Var - Ayten Alpman

Portakallı kurabiye

Malzemeler


1 orta boy portakal
150 gr. Tereyağı
2.5 su bardağı un
1 su bardağı tozşeker
1 paket kabartma tozu
1 paket(80 gr.) bitter çikolata

Hazırlanışı

1)Fırın ısısını 180 deteceye getirin.
2)Portakalın kabuğunu rendeleyip içini püre haline getirin.
3)Üzerine eritilip ılıtılmış tereyağı, un, kabartma tozu ve şekeri ilave edip yoğurun.
4) İstediğiniz şeklli verip fırın tepsisine dizin.
5)180 derece ısıtılmış fırında 20 dakika pişirin.
6)Üzeri için 1 paket bitter çikolatayı benmari usulü eritin. Fırın tepsisinin yanlarına gazete kağıtları serin.
7)Eritilmiş çikolataya bir çayalı batırıp, çatalı kurabiyelerin üzerine hızlıca bir ileri bir geri sallayarak ince dekoratif çizgiler oluşturun

Devamı için tıklayın..

29.03.2009

Tatil Hayali


Yoksa siz de benim gibi tavrınız ve haliniz apaçık ortada iken, ve sözcükleriniz de öylece net iken bile yanlış anlaşılanlardan mısınız? Bunun sebebi o kadar basit ki aslında. Anlatacaklarınız karşınızdakinin anlayabileceği kadardır demişler ne iyi etmişler... .
Yalnızca 5 gün sonra erguvanlar ayı Nisan gelecek bu şehre. İstanbul yüzyıllardır şiirlerde, şarkılarda yazıldığı gibi pembeye bürünecek kendiliğinden. Ve seneler seneler evvel saltanat kayığı ile Bebek’ten Hisar’a doğru erguvan keyfine çıkan padişahlar gibi, bu güzelliğe aşık bir çok İstanbullu sahil şeridini dolduracak, koca kışın gri ve siyah rengini bu pembeler ile unutmaya çalışacak. Kısacık süren bu dönemi kaçırmamak için iki dakikası bile değerli İstanbullu planlarına erguvanları da eklemeye çalışacak. Kimileri bu keyfi baştan sona sürecek bizi İstanbul’u terk etmemeye direttiren boğazda, kimileri ise gidip beş dakika bile yaşayamadığı için erguvanları bir sonraki seneyi beklemek zorunda kalacak biliyorum. Ben bu sene erguvanları çok sevdiğim bir arkadaşımın önerisi ile Boğaziçi Üniversitesinden seyredeceğim, hem de arkadaşımın çok sevdiğim sohbetine katık ederek.
Ama itiraf edeyim mi bu sıkıştırılmış dost sohbetleri yetmemeye başladı bana. Ne kızkıza geçirdiğim kaygısız zamanlar, ne annemle harcadığım vakitsiz akşamlar ne de eşimle geçirdiğim güzel günler yanan yüreğime bir bardak su dökemiyorlar benim. Benim açık ve net olarak ardarda yaşanacak bomboş günlere ihtiyacım var. Ardarda ve boş, bomboş ve ardarda...


Dünyaya gözlerimi açtığım gibi bir mayıs sabahı tek başıma uyanayım istiyorum ben. Eşim işe gitmiş olsun mesela, ama ben uyandığımda saat en geç 09:00... Her sabah yaptığım gibi çayımı demleyip kokusu ile çavdar ekmeğimi kızartmaya, domatesimi dilimlemeye çalışırken mutfak radyomda Joy çalsın elbet. Sonra kahvaltımı tepsiye alıp salona geleyim istiyorum. Herkes ofisinde maillerine cevap yazarken, ya da erken bir pazatesi toplantisi yaparken ben kaygısızca kimsenin film izlemediği bu sabah saatlerine, izlenmez diye koydukları reytingi düşük fakat anlamı büyük bir filmi izlemeye başlayayım, hem de film başlayalı henüz 10 dakika olmuşken... Film bittiğinde bile henüz öğle saatine gelmemiş olsun akrep ile yelkovan. Ben en sevdiğim jeanim, rahat spor ayakkabılarım ve sırtımda kitabım suyum ve şapkamın olduğu bir çanta ile düşeyim yollara. Ne İstanbul’un sokakları ne de güneş kum dolu bir tatil hayal etmiyorum, kendimle sadece kendimle kalacağım zamanların hayalini kuruyorum bu sefer.Kendimle, boş ve ardarda... En çok deniz kenarına gidip bir bardak kahve ile kitap okumak istiyorum bu şehirde. Haber yok, gazete yok, mail yok, internet bankacılığı yok, yokoğlu yok...
Deniz kenarındaki kitap keyfim en fazla saat 14:00 e kadar sürsün mesela, ben hemen evime çıkıp bir öğleden sonrası şekerlemesi yapayım hala güneş tepede iken. Uykumdan acıkmış bir şekilde uyanayım, mercimekli bir kepekli makarna pişireyim istiyorum. Mesela hayal ya bu yazdıklarım bu saate kadar telefonlarım hiç çalmamış olsun mümkün müdür? Tatildeyim ben, hem de kedimi kendim ile ödüllendirdim kimse aramasın beni! Size de olur mu bilmem, ben tatie çıkan arkadaşlarımı hiç aramam sormam. Tatil demek özel demektir, yılda iki ya da en fazla üç kez demektir, yalnız kalmak en çok kendinle olmak demektir. Herşeyden uzaklaşmak, her uzvu dinlendirmek dinlemek demektir. Ama ben ne zaman tatile çıksam telefonlarım susmaz. Mesela atlar arabaya Çeşmeye gideriz kocamla, günlerden Cumartesi yola çıkmışız, akşamı Çeşmedeyiz, dinlendik, mırıldandık pazarı da bitirdik Pazartesi olur. Tam alışmışız mesela Salı günü herşeye, tatil ömür boyu sürecek sanıyoruz, çünkü tatil bitecek diye tatil yaparsan dinlemezsin ki... Sanki hep Salı kalacak günlerden, hiç Çarşamba olmayacak sanırım, çünkü Çarşamba olursa Perşembe de gelir ya.. Sonra pat bir telefon gelir İstanbuldan, annemden, arkadaşımdan kuzenimden. Örneğin tatilden sonraki Salı akşamı yapilacak bir programa katilip katilamayacağımı sorar bana telefondaki. Yahu benim aklıma tatil sonrasını neden sokuyorsun. Zaman durmuş orada benim için, sen bana tatil bittikten sonraki günü hatırlattığında tatilin biteceği aklıma gelirse ben geri dönemiyorum ki içinde bulunduğum büyülü ana!
İşte bu yüzden kimse aramasın beni istiyorum tatilimde. Hiç bitmeyecek, hep sürecekmiş gibi bir tatil hayal ediyorum ve bu tatili anlatan sayfalarca yazı yazabilecek gibi hissediyorum kendimi sizce çok mu yorgunum?

Mercimekli kepekli makarna

Malzemeler


1 paket kepekli makarna
3 litre su
1 yemek kaşığı tuz
1 su bardağı haşlanmış mercimek
2 adet domates
1 adet rendelenmiş havuç
½ demet roka
1 tatlı kaşığı kekik
2 yemek kaşığı zeytinyağ
Taze çekilmiş karabiber

Hazırlanışı

1-Makarnayı tuzlu su ile 9-10 dakika kadar haşlayın.
2-Suyunu süzdükten sonra mercimek, doğranmış domates, doğranmış roka,rendelenmiş havuç kekik ve zeytinyağ ile karıştırın.
3-Ilıkken ve taze çekilmiş karabiber serperek servis edin.

Devamı için tıklayın..

22.03.2009

Rüyalarım

Dün gece rüyamda uzunca bir zaman önce kötü bir hastalıktan vakitsiz ve yakışıksızca kaybettiğim bir arkadaşımı gördüm. Bazen ölüm karşısında o kadar aciz kalıyorum ki koşulsuzca inanmak ya da kendimce avunmalar bulmaktan öteye gidemiyorum. Bir zamanlar çok yoğun şeyler paylaştığım o kadar çok sevdiğim var ki yurtdışında yaşayan, bazılarını senede bir iki kez görüyorum bazılarını da yıllardır görmüyor internetten haberleşebiliyorum. Ya da bazı arkadaşlarım var internetten tanışıp yazıştığım, fotoğfları dışında tanımadığım, karşılıklı bir kez bile kahve içmişliğimin olmadığı. İşte arkadaşımı da bu sevdiklerimden birinin yerine koydum öldüğünden beri. O sanki yaşamak için başka bir ülkeye gitmiş de ben ondan 2 yildir hiç haber almamışım gibi. Başka türlü ölüm çok güzel bir fransızca şarkı dinleyip de sözlerini anlamamaya benziyor çünkü... Duygularının karşılığı olan ama anlaşılamayan...



Kendimi bu düşüncelere o kadar kaptırmış olmalıyım ki rüyamda da arkadaşım tam da bahsettiğim gibi uzun süre önce çıktığı yolculuktan geri dönmüştü sanki. Ve ben sanki onun döneceğini bilir de beklermişim gibi sakin ve makul karşılıyordum kapı çalışını... Aradan o kadar seneler geçmiş ki arkadaşım yaşlanmış ve saçları dökülmüştü. Gözlerinin kenarları kırışmış ve ağır hareket eder olmuştu. Ama aynaya bakıp kendimi bugünkü halimle görünce tamam dedim, Fuat aslında yaşlanmamış, hasta olduğu için böyle görünüyor...



Uyandığımdan beri yüzü gitmiyor gözlerimin önünden. Hayatımı çok fazla kurala bağlayıp kendim dizginlememdendir ki, rüyalarımda bilinçaltım apaçık bir şekilde ortaya çıkar ve ben de film gibi, başka bir hayat gibi uzun uzun rüyalar görürüm. Bu duruma o kadar alıştım ki çoğu zaman rüyamın rüya olduğunu bilir kendimi bile yönlendiririm. Örneğin rüyamda sigara içerken nasilsa rüya diye bir sigara yakmışlığım çoktur. Oysa gerçek hayatta sigaradan arkadaşımızı bizden aldı diye o kadar nefret eden biriyimdir ki...



Bu sebeple rüyamda çokça kez kaybettiğim sevdiklerimi ve onlardan daha da çokça kez hayatta olan ama hayatın bize biribirimizi kaybettirdiği sevdiklerimi görürüm. Rüyamdan uyanır yüzlerini akşama kadar gözlerimin önünde görürüm, rüyamda yaşadığım hisleri akşama kadar içimde titreye titreye yaşarım da elim telefona gidemez bir türlü... Diyorum ya bu tarafta kurallar, edilmiş sözler, ayıplanacak kusurlar vardır onları aramama engel, ama öbür tarafta herşer sınırsızca benimdir.... Aslında bilmem ki onlar da bir gün göçüp gidecekler bu dünyadan, ve ben onları tekrar rüyamda gördüğümde bir telefon uzağımda olamayacaklar, yine de çıkamam kurallarımdan...
Mazi dediğimiz şey ne kadar gerçek değil mi hayatlarımızda? Bu yüzden sevdiklerimizi göremiyor, onlara dokunamıyor, sarılamıyor ve sevdiklerimizi söylemiyoruz gözlerine. Bu yüzdendir bu şarkı takılıyor dilime böyle rüyalardan sonra... Senelerce berababer olsam da, kısacık sürse de doyamadığım ve yarım kalan sevgiler geliyor rüyalarıma...



Incesaz - Mazi Kalbimde Bir Yaradìr.mp3 - ÝnceSaz

Yazacak çok şey var tam bir aydır yazılmayı bekleyen, ve fotoğraftaki gibi paylaşılmayı bekleyen yemekler. Bu portakallı tatlı da benim bir önceki yazımda kıvamını bir türlü tutturamadığımı anlattığım hamurlu tatlılardan biraz olsun tutmuş güzel olanı. Tarif Portakal Ağacı’ndan, bendeki birkaç değişiklik ile şu şekilde;

Malzemeler
5 yumurta
5 türk kahvesi fincanı toz şeker
1 türk kahvesi fincanı sıvıyağ
1 çay bardağı portakal suyu
2 yemek kaşığı rendelenmiş portakal kabuğu
5 türk kahvesi fincanı un
1 paket kabartma tozu
Şerbeti
4 su bardağı toz şeker
3 su bardağı su
4-5 limon damlası
2 yemek kaşığı portakal kabuğu rendesi
1,5 çay bardağı portakal suyu

Hazırlaması
Şerbeti hazırlamak için şeker ve suyu kaynatın, limonu ekleyip koyulaşında şerbeti ocaktan alın ve soğuduktan sonra portakal kabuğu rendesi ile portakal suyunu ekleyin.
Fırın ısısını 180 dereceye getirin.
Daha sonra şeker ve yumurayı iyice çırpın. İçine sıvıyağ, portakal suyu ve rendelenmiş portakal kabuğunu ekleyin. Un ve kabartma tozunu da katıp iyice karıştırın.
Hamuru margarinle yağlanmış ve tabanı biraz unlanmış cam tepsiye boşaltın ve üzeri altın rengi olana kadar pişirin.
Pişince fırından alıp ters çevirerek başka bir tepsiye çıkartın. Kalıp ile şekiller çıkarın ve üzerine soğuk şerbeti gezdirin.

Devamı için tıklayın..

22.02.2009

Kahve Keyfim


Son zamanlarda günün en keyif aldığım saatleri akşam yemeğinden sonra fotoğraftaki mocapress ile yaptığım kahveyi yudumladığım anlar benim için. Daha önceleri birçok yerde bu teknikle kahve içip beğenmeme rağmen makineyi almak bir türlü nasip olmamıştı. Ta ki bir arkadaşım bana bu Bialetti marka müzikli moka makinesini hediye edene kadar. Bu makineyi nasil daha doğru kullanırım diye araştırırken karşılaştığım bu enfes forum sitesi ile de çeşit çeşit kahveler yapar oldum evde. Tabi bu da emektar filtre kahve makinemin ve bakır cezvelerimi bir kenara itelememe sebep oldu. Çeşit çeşit aromada kahveler alıp en ince ayarda öğüttürüyorum, sonra gel keyfim gel. Hem taşma, patlama derdi de yok kahve olunca müzik çalmaya başlıyor! Yemeğin ardından kahvemi koyup çıkıyorum mutfaktan, hazır olduğu zaman süper melodisi ile cezbeden kokusu beni uyandırıyor zaten.

Bu sebeptendir ki bu aralar her kahve yanı tarifimi yeni makinemi düşünüp yapar oldum. Minik fransız ekmeklerim de bu konu ile nasibini alıp üzerine Bozcaada’dan getirdiğim nefis üzüm reçelimi sürmemle birden ekmek olduklarını unutup kahveme eşlik ediverdiler.


Aslında mutfakta bu ekmekleri pişirmemdeki amacım tamamiyle kendimde başarısız olduğum yanlarım ile barışmak uzlaşmaktı. Ne alaka diyebilirsiniz ama kendimde çözemediğim, üstüne gitsem de barışamadığım yanlarım var benim. Hadi millete inat yapiyorum anladım da kendime neden inat yaparım bilmem. Mesela neden her Mayıs-Haziran ayında süper sağlıklı beslenip haftada 2-3 gün spor yapip da yazı fit bir şekilde geçirmişken Ekimden sonra deli gibi yiyip 6-7 kilo alırım bilmiyorum. Hem de bir sefer iki sefer değil ki her sene! Tamam insan kışın elbet kilo alır da bir insan her seninin yarısı aynı kiloyu alıp verir mi? Çözemedim gitti...

Mesela şerbetli tatlılar. Hiçbirini beceremiyorum. Göz kararı da yapsam, gram gram ölçüp de yapsam olmuyor bir türlü. Ya pişerken tepside yayılıp dağılıyorlar, ya şerbeti döktükten sonra. Su şeker ve limonla yapilan bu şerbet neden olur da benim elim değdiğimde şerbet kıvamına gelmeden hep su kıvamında durur?

Mayalı hamur da bunlardan bir tanesi. Yaş maya kuru maya farketmiyor benim için. Okumadigim site, blog, kitap kalmadı bu konu ile ilgili. La Pain’den tanesine 10 TL verip bayıla bayıla yediğim ekşi mayalı ekmeği evde yapmak için kaç kez her gün aynı saatde kalkıp maya üretmeye çalıştım sayısını bile hatılamıyorum. Bütüm pozitif enerjimi mayaya verebilmek için şarkılar bile söyledim başında ama ya maya köpürmedi, ya da köpürdü ama ekmeğimi kabartmadı. Gel gör ki boğa burcuyum inatçıyım vazgeçmiyorum, denemeye devam diyerek gayet akademistik olarak bir mühendis edasi ile mayaya yaklaştım bu sefer.

Bu mayanın ilik bir ortamda sıvı ile birleşmesi gerekiyordu değil mi? Neye göre ılık dedik araştırdık ki elimizi yakmayaca kadar sıcaklık ılık demekmiş. Üç ayrı kasede süt hazirladım kendime. Biri ılık, biri daha ılık, biri daha sıcak. Üçünü de yaş maya ile tahta kaşık ile karıştırdım ve üç ayrı hamur yaptım. Sonuçta yine sadece biri tuttu ve bu ekmekcikleri kabarttılar, böylece ben de nerede yanlış yaptığımı öğrenmiş oldum. Darısı şerbetli tatlı ile kilolarımın başına;

Malzemeler;
1 su bardağı ılık süt
½ paket yaş maya
1 yumurta
1 çay bardağı zeytinyağ
1 yemek kaşığı toz şeker
1 tatlı kaşığı tuz
3 su bardağı un

Hazılanışı

1-Mayayı ılık süt ile kabartıp diğer malzemeler ile karıştırıp hamur elde edin.
2-Ilık bir ortamda tercihen ısıtılıp kapatılmış fırında 15-20 dakika mayalandırın.
3-Elinizi sıvı yağ ile yağlatıp cevizden biraz büyük parçalar koparıp oal şekil verin.
4-Üzerlerine tel süzgeç ile beyaz un serpip bıçak ile artı şeklinde çizikler atın.
5-Tekrar ısıtılıp kapatılmış fırında 15 dakika mayalandırın.
6-Fırından çıkarmadan ısıyı 180 sereceye getirip 20-25 dakika pişirin.

Devamı için tıklayın..

7.02.2009

Zaman

Arabamızın tamirde olduğu sabah farkettim nasil da yazılıp çizilmiş bir hayatı sadece ‘’yaşadığımızı’’. Seneler seneler evvel son sınıfta mezun olabilmek için okula gitmemin zorunlu olduğu ortaya çıkınca direktörümle görüşüp Çarşamba günleri de OFF aldiğim zamandan beri severim çarşambaları.Haftanın ne sevimsiz başı, ne değerinden fazla anlam yüklediğimiz sonudur çünkü. Sıradan herhangi br zamanın tam ortası, yorgunluğun başı dinlenmiş olmanın da son günüdür. Çünkü hayatı anlamaya çalışırken yaşadıklarınızı düşünüp, yaşamak üzere olduklarınızı tahmin etmek, şekillendirmeye çalışmak, yönlendirmeye inat etmek ya da bunun gibi bir sürü kişisel çabanın içinde kendinizi ‘’ortada’’ gibi hissedersiniz ya, sanki bugüne kadar yaşadığınız günler saydığınızda yaşayacağınız bir o kadar daha da varmış gibi, ortasındaymış gibi... Çarşamba da öyledir işte. Kimileri için sıradan çarşafa dolanan bir gün, benim içinde hereyde olduğu gibi kendimce bir anlam yükleyip kimlikleştirmeye çalıştığım herşeyde olduğu gibi bir gün.

Dedim ya arabamızın tamirde olduğu bu çarşamba sabahı ofise gitmek için duraktan taksi çağırmıştık. Taksiyi çağırıp ayakkabılarımı giyip asansörü çağırıp aşağı inip sokak kapısını açtığımda taksi beni bekleyece kadar yakındır taksi durağı. Bu sefer indiğimde yoktu ve biz taksi beklemeye başladık. Biz beklerken koca bir geminin düdüğünden kaçan martıların önce gittikçe yaklaşan seslerini, sonra da kafamızın üzerinde uçuşlarını izledim.


Devamı için tıklayın..

11.01.2009

Kemancı

Cuma günü posta kutuma ''Metrodaki Kemancı'' isimli bir e-posta düştü. Okuduğumdan bu yana da sizlerle paylaşmayı düşünüyorum

Metrodaki kemancı...

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Devamı için tıklayın..

5.01.2009

Ben ve kendim

En sevdiğim havalar bu havalar, karanlık, yağışlı, hani yolda yürürken üşüyen ellerinizi sevgilinizin cebine sokup bir fincan kahve için sıcak bir yerler arayacağınız türden.. Ama sanki bu sene bana iyi gelmedi. Aslında suçu havalara da atmamak lazım belki de çok çalışmaktan bu havaların tadını çıkaramıyorum diyedir keyifsizliğim. Tam ramazan bayramı arefesinde başlayıp hala da artarak süren bir iş yoğunluğum var, sabah erken saatte ofiste olup geceye doğru bazen 21:00 banzen 22:00 de çıkıyorum işten. Hafta içi böyle olunca da bütün Cumartesi pazarlarım ellerim kollarım uyuşuk, yarı uyur yarı uyanık uzanarak ya da birşeyler okuyup miskinlik yaparak geçiyor. Öyle ki bu hafta sonu evden çıkmadığım dördüncü hafta sonu. Uzun bir zamandan bu yana geçmesini, bitmesini dilediğim bir dönemin son beş altı aylık son dönemlerine girmişken, hayatın bu kadar dolu olması, zamanın bu kadar hızlı geçiveriyor olması da bir nevi işime geliyor tabi ama ruhum sıkılıyor işte. Eski ylın son günlerinde ofisin merdivenlerinden yuvarlanıvermemle yatakta ayağım yukarıda geçirdiğim günler hayatım girince iyice herşeyden hevesim kaçtı, bloğuma bile yazamaz oldum. Kimsenin yeni yılını kutlayamadım, eski yıla veda edemedim, yeni yılı karşılayamadım. Düşünün ki bir senedir istediğim objektifi bana yeni yıl hediyesi alan eşimin sevinçten boynuna atladım da daha sahalara çıkıp deneyemedim bile kendisini. Gerçi hala ayağım inceden inceye ağrıyor bunun korkusu da yok değil...


Tüm bunlar olurken aslında kendi içimde de kendimle yalnız kalası bir durumum var. Müzik arşivimi düzenleyeyim, İz TV izleyip Fener’de herhangi bir sokaktaki küçücük bir caminin eskiden kilise oluşunu izleyip düşünesim, İlber Ortaylı dinleyip hayallere dalayım, ballı kurabiye yapıp yiyesim var.


Devamı için tıklayın..